top of page
Tan Berk Akı

Tarihi Kim Yazar? Amerikan İç Savaşı Perspektifi’nden Tarih Yazımını Anlamak – II

ODTÜ Tarih bölümü doktora öğrencisi Tan Berk Akı, 3 yazılık “Tarihi Kim Yazar? Amerikan İç Savaşı Perspektifi’nden Tarih Yazımını Anlamak” serisiyle tarihin zaman içerisinde nasıl değiştiğini ABD İç Savaşı perspektifinden anlatıyor. Bu, serinin ikinci yazısıdır.

Birinci Dünya Savaşı, ABD kamuoyunda pek desteklenen bir savaş değildi. Çünkü ABD kamuoyu, Büyük Britanya tarafından kandırıldığını ve kışkırtılarak zorla savaşa sokulduğunu düşünüyordu. Böyle bir savaş karşıtı ortamda yazılan Amerikan İç Savaşı üzerine tarih eserleri de İç Savaş’a oldukça negatif bir perspektiften bakmıştır. Bu konuda en ünlü eserleri veren tarihçiler ise Güneyli Dunning Ekolü tarihçileridir. Dunning Ekolü tarihçileri 1877 Tavizi ile Yeniden Yapılanma Dönemi’nin sona erdiği zamanlarda Güney eyaletlerinde büyüyen bir tarihçi kuşağıdır. Tabii ki hiç şüphesiz Beard’ların ve Cole’un ekonomik determinizminin Amerikan İç Savaşı tartışmalarında kölelik meselesini önemsizleştirmesinin de Dunning Ekolü’nün yaklaşımında çok büyük etkisi olduğu yadsınamaz bir gerçektir (Foner, 1970, s. 3).

Bu ekole ismini veren William Archibal Dunning ve onun öğrencileri olan Avery Craven, Charles W. Ramsdell gibi isimlerin dahil olduğu Dunning Ekolü’ne göre Amerikan İç Savaşı gerek Güney milliyetçisi gerekse kölelik karşıtlığı olsun, iki taraftaki radikal, aşırılıkçı kesimlerin sebep olduğu oldukça kötü, kardeşin kardeşi öldürdüğü bir savaştır. Bu ekole göre savaş aslında hiç de kaçınılmaz bir savaş değil, fakat Avery Craven’ın deyişiyle, “çatışma, siyasetçilerin ve dini yobazların eseriydi” (Craven, 1936, s. 305). Pek tabii ki bu savaşa olumsuz bakanların gözünde de Abraham Lincoln şu an sahip olduğu pozitif imaja sahip değildir. İlginç olan şey ise Dunning Ekolü gibi sadece Güneyli muhafazakâr tarihçiler değil, bu dönemde eserler veren ve Abraham Lincoln’a sempati duyan Kuzeyli liberal tarihçiler bile Dunning Ekolü’nün anlatısından fazlasıyla etkilenmiş ve Abraham Lincoln’ü her ne kadar iyi niyetli olsa da iç savaşı durduramamış, orta yolu bulamamış basiretsiz bir lider olarak görmektedirler (Nevins, 1950, s. 462-471).

Dunning Ekolü’ne göre Amerikan İç Savaşı gerek Güney milliyetçisi gerekse kölelik karşıtlığı olsun, iki taraftaki radikal, aşırılıkçı kesimlerin sebep olduğu oldukça kötü, kardeşin kardeşi öldürdüğü bir savaştır. Bu ekole göre savaş aslında hiç de kaçınılmaz bir savaş değil, fakat Avery Craven’ın deyişiyle, “çatışma, siyasetçilerin ve dini yobazların eseriydi”

Soğuk Savaş ise ABD tarihine eleştirel bakışa bir durgunluk getirdi. Artık ABD kendisini özgür dünyanın lideri olarak kabul ediyor ve anti-komünist bir dış politika izliyordu. “Konsensüs Ekolü” olarak bilinen revizyonist ekol de işte tam da bu dönemin bir ürünüydü. Konsensüs Ekolü’ne göre ABD, Avrupa’dan çok farklı bir kültüre ve yapıya sahip bir ülkeydi. Burası her zaman siyasette bir fikir birliğinin olduğu, asla sınıf çatışması veya ideolojik çatışmanın yer almadığı kendine özgü bir ülkeydi, Avrupa ülkeleri ve Rusya gibi hiçbir devrim yaşamamış ve bu sayede Batı’nın özgür dünyasının lideri olarak yükselmiş ve topraklarında ideal bir kapitalist ekonomi ile ideal bir liberal demokrasi modeli geliştirmişti. Bu ABD tarihini eşsiz ve çatışmasız olarak gören yaklaşımın hâkim olduğu Soğuk Savaş’ın ilk 10-15 yılı Amerikan İç Savaşı’nın ciddi bir şekilde unutulmasına sebep oldu.

Konsensüs Ekolü’nün sol kanadından olan Richard Hofstadter’a göre Amerikan İç Savaşı sadece Amerikan tarihindeki bir istisnadan ibarettir ve böyle bir şeyin neden yaşandığını kendisinin de açıklayamadığını itiraf etmektedir (Pole, 2000, s. 74). Bu ekolün muhafazakâr kanadından David M. Potter’ın ölümünden sonra yayımlanan The Impending Crisis, 1848-1861 kitabına göre ise Amerikan İç Savaşı bir ekonomik çıkar çatışması veya kültürel çatışma değil, kölelik karşıtlığı ve kölelik yanlısı olma şeklinde Kuzey ve Güney’in arasındaki bir değerler çatışmasıydı (Potter, 1978, s. 41). Potter’a göre normalde eskiden bu konu Amerikan siyasi elitleri arasında bir problem değilken, Batı’ya doğru genişleme hareketiyle gelen yeni eyaletlerin eklenmesi ile kölelik sorunu gündeme gelmeye başlamıştır. Daha önce Kuzey ve Güney elitleri arasında bir siyasi uzlaşı varken ve birbirlerinin anayasal haklarına saygı duyarken, yeni eyaletlerin gelişi üzerine bu eyaletlerin köleliği kabul etmesi veya yasaklaması meselesinde sert bir mücadele başlamış ve bu da beklenmedik bir şekilde sonunda Amerikan İç Savaşı’na kadar varacak olan Kuzey ile Güney arasında sert geçen bir siyasi nüfuz mücadelesine sebep olmuş ve artık Potter’a göre Amerikan İç Savaşı kaçınılmaz bir hale gelmiştir (Potter, 1978, s. 46).

Konsensüs Ekolü’ne göre ABD, Avrupa’dan çok farklı bir kültüre ve yapıya sahip bir ülkeydi. Burası her zaman siyasette bir fikir birliğinin olduğu, asla sınıf çatışması veya ideolojik çatışmanın yer almadığı kendine özgü bir ülkeydi, Avrupa ülkeleri ve Rusya gibi hiçbir devrim yaşamamış ve bu sayede Batı’nın özgür dünyasının lideri olarak yükselmiş ve topraklarında ideal bir kapitalist ekonomi ile ideal bir liberal demokrasi modeli geliştirmişti.

Konsensüs ekolü her ne kadar Amerikan İç Savaşı’nı normalde uzlaşma üzerine giden Amerikan siyasi tarihinde oldukça sıra dışı bir olay olarak görüyor olsa da önceki ekollerin aksine ekonomik determinist açıklamaları fazla ideolojik bulup eleştirmiş ve onlardan uzaklaşıp Amerikan İç Savaşı’nın sebepleri arasında köleliğin rolünü sorgulamaları 1960’larda ortaya çıkan hareketlere kapı aralamıştır (Hofstadter, 1968, s. 303). 1960’lı yıllar insanların özgür iradesine ve siyasi sorumluluklarına vurgu yapan varoluşçu filozof Jean-Paul Sartre’ın bol okunduğu, Vietnam Savaşı’nın beklenmedik derecede sol eğilimli gençlerde bir savaş karşıtı eylem başlattığı ve var olan mevcut baskıcı anaakım kültürel normlara karşı direnen karşı kültür hareketlerinin yerleşmeye başladığı, mevcut düzeni değiştirebilecek ve ona bir alternatif yaratabileceğini umut eden ve bunun için çabalayan bir kuşağın ortaya çıktığı yıllardı.

1960’lı yıllar insanların özgür iradesine ve siyasi sorumluluklarına vurgu yapan varoluşçu filozof Jean-Paul Sartre’ın bol okunduğu, Vietnam Savaşı’nın beklenmedik derecede sol eğilimli gençlerde bir savaş karşıtı eylem başlattığı ve var olan mevcut baskıcı anaakım kültürel normlara karşı direnen karşı kültür hareketlerinin yerleşmeye başladığı, mevcut düzeni değiştirebilecek ve ona bir alternatif yaratabileceğini umut eden ve bunun için çabalayan bir kuşağın ortaya çıktığı yıllardı.

Üstelik unutulmaması gerekir ki bu dönem Martin Luther King Jr., Rosa Parks gibi isimlerin Yurttaş Hakları Hareketi ile Güney’deki Beyaz üstünlükçülüğüne ve ırkçı Jim Crow Yasaları’na karşı yürüdüğü dönemdi. İşte tam da bu dönemde Yeni Sol Hareketi’nin de güç kazanmasıyla birçok Amerikan İç Savaşı üzerine uzmanlaşan tarihçi yeni bir yaklaşımı benimsediler. Kenneth M. Stampp öncülüğünde başlayan ve aralarında Eric Foner, James McPherson, David M. Blight gibi önemli isimlerin yer aldığı “Neo-Abolitionism” adı verilen bu ekol, Amerikan İç Savaş’ının köleliğe karşı savaş olarak ırkçılığa karşı önemli bir mücadele meselesi olduğunu ve savaşın birincil sebebinin kesinlikle kölelik olduğunu anlatmaya çalıştılar. Daha da önemlisi, bu ekolden gelen isimler sadece tepedeki ülkenin yönetici kadrolarına veya parlamentodaki isimlere odaklanmadılar, ayrıca bizzat abolitionist olarak bildiğimiz aktif bir şekilde sahada mücadele eden radikal derecede kölelik karşıtı olan hem Beyaz hem de Siyahi bireylere ve onların kurduğu kölelik karşıtı abolitionist örgütlenmelere odaklandılar.

Martin Luther King ve Rosa Parks aynı karede.

Bu ekolden Eric Foner, Kuzey ve Güney eyaletlerindeki sosyal ve ekonomik gelişmenin farklı boyutlarda olması sebebiyle iki ayrı değerler sistemi ve ideoloji oluştuğunu öne sürmüştür (Foner, Politics and Ideology in the Age of the Civil War, 1980, s. 35). Ona göre Amerikan İç Savaşı’nın ana sebebi bu iki farklı dünya arasındaki ideolojik çatışmadır (Foner, Free Soil, Free Labor, Free Man: The Ideology of the Republican Party before the Civil War, 1970, s. 8-10). Benzer bir şekilde ideolojik çatışma argümanını James McPherson’da da görüyoruz. O da Battle Cry of Freedom isimli kitabında “özgürlük” kavramının Kuzey ve Güney tarafından farklı anlamlarda yorumlandığını ve bu kavramın çatışan iki farklı yorumunun en sonunda Amerikan İç Savaşı’na yol açtığını öne sürmüştür (McPherson J. M., 1988).

Ayrıca Vietnam Savaşı’nda, beklenenin aksine, Vietnam gibi küçük bir devletin ABD gibi büyük bir gücü, hatta bir imparatorluğu savaşta yendiğini görmek bu ekoldeki tarihçilerin tarihe bakış açılarındaki determinizmi sorgulamalarına sebep oldu. Eskiden Abraham Lincoln ve Kuzey endüstriyelleşmiş ve gelişmiş bir bölge olarak geri kalmış, feodal bir bölge olan Güney’i kolaylıkla alt ettiği düşünülürken, şimdi Vietnam Savaşı örneği sebebiyle gayet Güney’in de kazanabileceği ihtimali düşünülerek tekrardan geçmişe yeni bir perspektiften bakılmış ve aslında Abraham Lincoln ve Kuzey’in hiç de kesin kararlar veren sert kölelik karşıtları değil, tam tersine savaştan kaçınan ve savaşı kaybetme korkusu olan oldukça ılımlı ve uzlaşmacı figürler olduğu tekrardan keşfedilmiştir. Hatta bazı Kuzeyli siyasetçilerin hiç de öyle ırkçılık karşıtı sebeplerle köleliğe karşı olmadığı, tam tersine Batı’da Siyahileri görmek istemedikleri için oldukça ırkçı saiklerle köleliğin Güneyle sınırlandırılmasından taraf oldukları ortaya çıkmıştır (Berwenger, 1967, s. 123-137).

Vietnam Savaşı birçok sorgulamayı beraberinde getirmişti.

Artık bu tarz bir anti-determinist perspektifte sadece ekonomik faktörlere veya siyasi çekişmelere değil, ayrıca ideolojik çatışmalara ve insan faktörüne de bakılmış ve dolayısıyla Kuzey ile Güney’in arasındaki çatışma hümanist bir perspektiften yorumlanmıştır. Yine bu anti-determinist perspektif sayesinde aslında köleliğin hiç de iddia edildiği gibi kendi kendine yok olan bir sistem olmadığı, tam tersine köleliğin oldukça karlı olduğu ve Güney tarafından her ne pahasına olursa olsun korunmaya çalışıldığı bir sistem olduğu ve bu sebeple bu işin bu kadar büyük bir çatışmaya gittiğini gördüler.

Dolayısıyla bu yaklaşıma göre Amerikan İç Savaşı asla kendi kendine gelişen bir olay değildi, köleliği sert derecede ahlaken yanlış bulan idealist insanların mücadelesinin bir eseriydi, tıpkı yaşadıkları dönemdeki Vietnam Savaşı’nı protesto eden savaş karşıtı aktivistler ve Siyahilerin eşit yurttaşlık hakları için bir arada duran ırkçılık karşıtı aktivistler gibi. Özetle 1960’ların radikal ruhu, bu siyasi değişimlerin içinde olan Amerikalı tarihçilerin Amerikan İç Savaşı üzerine yorumlarını revize etmeye götürmüştür. Artık abolitionistler sadece aşırılıkçı ufak bir grup değil, Amerikan İç Savaş’ına yön veren cesur kölelik karşıtı bir hareket olarak anlatıların merkezinde yer almaya başlamış, Afro-Amerikalılar ise, gerek köle, gerekse özgür Siyahiler olsun, Amerikan İç Savaşı’nın pasif birer objesi değil tam tersine aktif özneleri olarak görülmeye başlamıştır. Bu sayede Abolitionist Ekol, sıradan insanlara odaklanan ve tarih yapımına insan faktörünü de ekleyen, oldukça determinizm karşıtı hümanist bir alttan tarih anlatısı yaratmıştır.

Yazının devamı için tıklayınız.

Comentários


Son Eklenenler

bottom of page