top of page
Tan Berk Akı

Kritik: Oktay Sinanoğlu Üzerinden Ulusalcılığı Anlamak

Bu yazı 49W YouTube hesabında yayınlanan Parçalıyoruz: Oktay Sinanoğlu videosunun ardından Tan Berk Akı tarafından kaleme alınmıştır. Kendisinin YouTube yorumlar yorumlar üzerinden yazdığı katkı, metin haline getirilerek 49W websitesine eklenmiştir.

Söz konusu videoda Yaşar ve Ömer, Parçalıyorum serisi formatı çerçevesinde İngilizce, yabancı dil, İsmet İnönü, Abdülhamid ve Türkiye’de kimlikler gibi çeşitli konularda Oktay Sinanoğlu’nun videolarından kesitler izlemişti. Ömer ve Yaşar, bu kesitleri izleyerek Oktay Sinanoğlu’na çeşitli eleştiriler getirmişti. Ömer ve Yaşar’ın eleştirilerinde kısaca değindiği noktalar Sinanoğlu’nun yabancı düşmanlığına varan yabancı etkisi karşıtlığı, Abdülhamid ve İsmet İnönü gibi tarihi konularda bilgi ve yorum yanlışları ile siyasi olayları açıklamada sıkça başvurduğu içeride “satılmış” bir yerli işbirlikçi arayışıydı. Tan Berk Akı ise bu yazısında bir adım daha öteye giderek Oktay Sinanoğlu’nun beslendiği ideolojik altyapıyı mercek altına aldı.

***** Oktay Sinanoğlu’nun mentalitesini biraz anlamak için bence birbirleriyle bağlantılı olan birkaç noktaya bakmakta fayda var:

Oktay Sinanoğlu’nun ideolojik görüşü: Sinanoğlu’nun cümlelerine baktığınızda (gerek Nazım Hikmet’i vatansever birisi olarak yüceltmesi, gerek İsmet İnönü’ye karşı ‘hain’ yorumunda bulunması, gerek aşırı-milliyetçi çıkışları, gerekse anti-Amerikanizm diye bileceğimiz kadar bir ABD ve Büyük Britanya karşıtlığına sahip olması) onun oldukça sert bir ulusalcı çizgide olduğunu anlayabilirsiniz. Eğer Atilla İlhan, Sina Akşin, Türkkaya Ataöv, Hüner Tuncer, Erol Manisalı, Merdan Yanardağ, Banu Avar gibi isimleri okursanız söylediklerinin çok da radikal derecede farklı olmadıklarını anlarsınız. Medya alanında da başta ODA TV olmak üzere Sözcü, Toplumsal Haber, ABC Gazetesi, Aydınlık, Türksolu, Veryansın TV gibi gazetelerde; Teori Dergisi, İleri Dergisi veya Gündoğdu Dergisi gibi dergilerde ya da Tele 1 ve Ulusal Kanal gibi kanallara baktığınızda bu ulusalcı görüşü net bir şekilde görebilirsiniz. Peki nedir bu Ulusalcılık? Normalde eskiden çoğunlukla geçmişi Maocu olan, üçüncü dünya milliyetçisi ve köylüyü aydınlatmaya dayalı bir devrimci uç-sol sosyalist hareketin belirli entelektüellerinin zamanla 1990lardan sonra İslamcılık ve Kürt ayrılıkçı hareketlerinin artması ile Kemalist cumhuriyet düzeninin tehdit altına girmesi sebebiyle çıkmış reaksiyoner militarist ve aşırı-milliyetçi bir hareket. Aslında her ne kadar seküler oldukları için Türkiye’de solda düşünülse de, siyaset bilimine göre oldukça aşırı-sağ reaksiyoner bir hareket. Bir öz var ve gidişatı kötü görüp o milli öze yönelmeyi savunan ve kendisinin karşısında olan herkesi sert bir şekilde hainlikle suçlayan reaksiyoner bir hareket.

Dış politikada sert derecede ABD, AB ve NATO karşıtı, onun yerine Rusya-İran-Çin ekseninde bir dış politikayı tercih eden, iç politikada oldukça otoriter olan, sivil toplum örgütlerine ve özgür basına, hatta demokrasiye milli güvenlik gereçesiyle oldukça karşı olan, küreselleşmeye fazlasıyla tepkili ve insan haklarından çok da haz etmeyen, askeri vesayeti gerekli ve meşru gören, laikliğin sert bir şekilde uygulannmasını isteyen, sert derecede aşırı-milliyetçi olan ve bu militarist milliyetçiliğin sembolü olarak da Atatürk’ü kültleştiren bir hareket. Sinanoğlu’nun videoda geçen abartılı Türkçe takıntısı, aşırı Türk milliyetçiliği ve abartılı Amerikan karşıtlığı bu ulusalcılığın temel argümanlarını oluşturuyor.

Oktay Sinanoğlu’nun içinde büyüdüğü mentalite: Sinanoğlu’nun bir Soğuk Savaş Türkiyesi’nde büyümüş entelektüel olduğunu unutmamak gerekiyor. Kendisi birçok o dönemin Türk entelijansiya üyesi gibi Atatürk dönemindeki Türk Aydınlanması’nın İkinci Dünya Savaşı’nın son dönemlerinden itibaren bitirilmesinden, köy enstitüleri ve laik eğitimin son bulmasından, gerici gördükleri dini cemaatlere toplumsal alanda izin verilmesinden, hazır olunmayan bir zamanda demokrasiye geçilmesinden ve bütün bunların da sadece ABD’ye komünist veya faşist gözükmemek için yapılmasından oldukça rahatsız. Çünkü onlara göre İsmet İnönü’nün bu ani Batı yanlısı dış politika izleme kararı, laikliğin kısmen yumuşatılması ve hızlıca demokrasiye geçilmesi bütün Kemalist Devrim’in kazanımlarını yok ettiği gibi, gerici İslamcı grupların da desteğini aldığı toprak ağalarının örgütlenmesi olan, başında da kendisi bilhassa toprak ağası olan ve sadece Toprak Reformu karşıtlığı üzerine kurulan bir Demokrat Parti iktidarı getirdi ve o 1950lerin iktidarı bu kesim için çok korkunç derecede karanlık bir dönemdi.

Malum, son dönemlerinde artık iyicene devleti ele geçirmiş ve otoriter bir şekilde yönetmiş bir diktatörlüğe dönüşmüştü Menderes hükümetleri. Ancak bir darbe ile bu Menderes hükümeti indirilmişti ve o dönem bu Kemalist sol entelejensiya askeri darbeyi yapanları birer kahraman olarak görmüş, hatta bu darbeye uzun süre boyunca “27 Mayıs Devrimi” demişlerdir.

Fakat, daha sonra önce Demirel’in zafer kazanması, ardından bu sefer arkasında ABD destekli olduğu tahmin edilen 12 Eylül Darbesi’nin gelişi ve sonrasında İslamcı geçmişi olan ve darbeci cuntanın kabinesinde kariyerine başlayan Turgut Özal’ın gelişi ve dış politikada çok daha ABD yanlısı olurken, ekonomide neoliberalleşmeye giderek devletin elindeki malları, fabrikaları özelleştirme yoluyla satması, ardından 90larda Tansu Çiller’in bunu daha da hızlı bir şekilde gerçekleştirmesi ve en sonunda ilk defa 95’te İslamcı, Atatürk düşmanı ve Cumhuriyet karşıtı olmakla suçlanan aşırı-sağ reaksiyoner popülist Milli Görüş hareketinin seçim kazanıp iktidara gelmesiyle zaten büyük bir öfke patlaması kazanmış bir kesimdi bunlar. Ömer’in videoda söylediği şey doğru, Menderes Kemalist siyasetin içerisinden gelen bir muhafazakar toprak ağasıydı, fakat bu Kemalist entelijansiyaya göre Kemalist Devrimi kendi özçıkarları için bilinçli bir şekilde gericilerle (İslamcı kesimi kastediyorlar) birlikte işbirliği yapan kişiler olarak görüyorlardı. Onlara göre de AKP zaten bu hattın varisiydi. AKP hükümetlerini de aynı önceki sağ hükümetler gibi dış politikada neredeyse diz çökecek kadar ABD ve AB’ye bağlı, ekonomide sadece kendilerine ve zengin sınıfın yararına neoliberal politikaları uygulayan, üretim odaklı bir ekonomi değil tüketim odaklı ekonomi izleyen ve bunu modernleşme zanneden (inşaat sektörü ve ucuz işgücü sağlama gibi), iç politikada da Türk milliyetçiliğini ve Atatürk’ü ayaklar altına alan, askeriyeyi Ergenekon davaları ile yok eden, Kürt ayrılıkçı hareketlerine sırf oy için ve AB baskısı sebebiyle tavizler veren ve dini cemaatlere (ki bunların bir kısmının ABD ajanı olduğu da belliydi) ülkeyi teslim eden olarak yorumluyorlardı.

Tarihsel Bağlam: Sinanoğlu’nun o cümleleri söylediği dönem AKP hükümetlerinin dış politikada gerek Irak Savaşı’nda, gerekse Arap Baharı’nda (özellikle Suriye meselesinde) çok aşırı derecede ABD yanlısı politika izlediği 2016 öncesi dönemdi. Bu dönemde anti-Amerikanist bir muhalif olmasının sebebi ilerlemenin ve medeniyetin sanılanın aksine ABD’nin yanında olmak, ABD’yi taklit etmek olmadığını kendince göstermeye çalışıyordu. Koca koca binalar inşa etmek, AVM inşa etmek ve neoliberal politikalar uygulamak onlara göre sadece ABD’yi taklit etmekten başka bir şey değildi. Türk milliyetçiliğine karşı olmak ve dini cemaatlere demokrasi ve sivil toplum diyerek fazla özgürlük tanımak da benzer bir taklitçilikten ibaretti. Tahmin edebileceğiniz üzere de eleştirdiği o aydınlar da genelde ABD’ye olumlu bakan, kendileri gibi anti-emperyalist bir üçüncü dünyacı söyleme sahip olmayan, onun yerine daha çok azınlık hakları, insan hakları, sivilleşme, demokratikleşme gibi ulusalcıların ve komünistlerin düz bir şekilde ABD liberal hegemonyasının dayatması olarak gördüğü kavramları savunan kesimler. Bu kesimlerin bazıları (hepsi değil) o dönem benzer argümanlarla AKP’yi olumlu görüyor, hatta destekliyordu. Bu kesimler 2010’daki referandumda bütün devam eden sorunlara, Ergenekon Davaları’na, hükümetin otoriterliğine ve ayrıştırıcı diline rağmen “Yetmez Ama Evet” kampanyası oluşturmaları ise ulusalcı kesim için kabul edilemez bir şeydi ve bu ulusalcı kesim de asıl bu sebepten dolayı onları bir çeşit hainlikle veya en azından akıl tutulması ile suçluyordu. Sinanoğlu’nun özellikle Boğaziçi Üniversitesi eleştirisi de biraz bunun üzerine bence. Yoksa ODTÜ de ABD tarafından kurulmuştur ama ona en ufak bir laf etmiyor.

Uluslarası konjonktür: Erken 2000lerde Bush yönetimi ABD’de iktidara gelmişti ve 1980lerden beri başlayan Neo-Conservative (Yeni Muhafazakar) düşünce artık neredeyse hegemonik bir düşünce haline gelmişti, birçoğu Neo-Con düşünür Bush hükümetinde bakanlık ve danışmanlık kapmıştı. Neydi bu Neo-conservative düşünce? Oryantalist bir perspektifle dünyaya bakan, liberal demokrasinin ve kapitalizmin tek gerçek ideal olduğunu savunan, ABD’nin bugün bu kadar zenginliğe sahip olmasına ve onu büyük güç yapan, hatta Soğuk Savaş’ı kazanmasına sahip olan şeyin bu ideal olduğunu savunuyordu (Özellikle Robert Kagan’ın kitapları bunun üzerinedir). Neo-Conlara göre dünya Batılı liberal demokrasilerle ile Doğulu totaliteryen diktatörlükler arasında bir savaştı ve ABD de gerek kendi çıkarlarını korumak için, gerekse dünyaya demokrasiyi yaymak için sert bir dış politika izlemeli ve gerekirse o diktatörlükleri yıkıp oraya kendi elleriyle liberal demokrasiyi getirmeli (Irak Savaşı ve Afganistan Savaşı bu saiklerle başlatıldı) ve bu sayede ABD önderliğinde bir dünya barışı sağlamalıydı (Pax Americana). Bu görüşe göre İslami uygarlıklar, Doğu uygarlıkları ve Katolikler asla tam olarak bir liberal demokrasiye sahip olamazdı, bu ancak ABD’nin sahip olduğu Protestan etiği sayesinde kurulmuş bir düzendi.

İşte Sinanoğlu gibi ulusalcılar da ABD’nin bu oryantalist bakışının ve bu bakışın ABD emperyalizmini meşrulaştırmak için kullanıldığının farkındalardı ve onun için inatla onların medeniyet olmadığını, aslında kendilerinin medeniyet olduğunu abartarak iddia ediyorlardı. Çünkü anlatmaya çalıştıkları şey, ABD’nin ve AB’nin Türkiye’ye veya başka bir ülkeye ‘medeniyet’ getirmeyeceği, onu sadece kolonileştirmek ve kendi üzerinde ekonomik bağımlılık yaratmak için o ülkelerde serbest ekonominin ve demokrasinin yayıldığını savunuyorlar. SSCB’nin ve Yugoslavya’nın dağılması, üstüne üstlük Irak Savaşı’nın gerçekleşmesiyle bu argümanlarına daha da sıkı sıkı sarılmaya başladılar. Onlar için Batı medeniyetinin bir parçası olmayı istemek sadece Batı tarafından Batılı olmayan ülkelere empoze edilen aşağılık kompleksini kabul etmek ve onlara hayranlık duyarak onların planlarını göremeyip direnmemek demekti. Halbuki ulusalcılara göre inatla Batı emperyalizmine karşı olmalı, tekrardan bir Kemalizm’e sarılmalı, bağımsız ve Batı’dan izole olmuş, ekonomik anlamda kendi kendine yeten bir ülke kurarak Türkiye’nin “asıl medeniyet” olduğunu gösterip Batı uygarlığına bir alternatif olabileceğini kanıtlamalı. Bu gururu insanlara aşılayabilmek için de biraz abartılı bir şekilde bazen gerçek dışı olacak aşırı-milliyetçi mitler yaratıyorlar, dil kullanımında bile sadece Türkçe kullanmayı savunuyorlar, Batı kültürü olarak gördükleri şeylere özenmeyi sert bir şekilde reddediyorlar ve 1930lardaki o ulus inşasının var olduğu devrimci ruha geri dönmeyi umut ediyorlar.

Ben neden ulusalcılığı mantıksız buluyorum? Birincisi, fazlasıyla otoriter ve aşırı-milliyetçi bir hareket ve bunun sonucunun hiç iyi olacağını düşünmüyorum. Tam tersine Türkiye eğer kendisinin Batı’dan daha iyi olduğunu kanıtlamak istiyorsa onların yaptığının tersini yaparak değil, onların yaptığından daha iyisini yaparak ve ona alternatif olması gerekir diye düşünüyorum. Kaldı ki otoriterliğin de, aşırı-milliyetçiliğin de, militarizmin de, kişilik kültlerinin de pek yararlı olduğunu düşünmüyorum. Bunlar gayet faşizme, nazizme giden yollar. Ne olursa olsun insanların temel haklarını kısıtlayacak bir modelin benimsenmemesi lazım.

Tam tersine, bilhassa ilerleme için milliyetçi mitlere dayanan irrasyonal düşünme biçimine değil evrensel ve bilimsel düşünceye; insanların tam potansiyellerini gerçekleştirebilmeleri için de oldukça çoğulcu ve insan haklarından taviz vermeyen çok daha iyi ve eşitlikçi bir demokratik modele ihtiyacımız var. Militarist bir dışlayıcı otoriter rejim hiçbir şekilde kurtuluş reçetesi olamaz, sadece insanlara paranoyak bir şekilde zulm eden bir rejim olur ve sonunda da çok büyük ihtimalle insanların pek yaşamak istemeyeceği bir ülke haline gelir ve eninde sonunda iç çatışmaya doğru evrilir. Üstelik ahlaken de doğru bir yaklaşım değil, büyük bir kitleyi dışlayan ve onların haklarını milli güvenlik bahanesiyle ezen bir rejim inşa etmek. İkincisi sebebim ise, var olan oryantalist mitlere oksidantalist bir yaklaşımın cevap olabileceği kanısında değilim. Tam tersine o oryantalist mitleri sert bir şekilde reddetmek gerekiyor. Ortada hiçbir zaman bir ‘Doğu’ veya bir ‘Batı’ olmadı. Bunların hepsi emperyalist saiklerle Avrupalı imparatorluklar tarafından uydurulmuş bir şey. Zaten Batılı olmayan ülkeler inatla gericiliği, otoriterliği veya aşırı-milliyetçiliği benimserse bu en çok Batılı emperyalizmi meşrulaştırmaya çalışan ülkelerin işine yarar çünkü onların senelerdir savaşlarını meşrulaştırmak için kendi halklarına yaptığı propagandayı doğrulamış olur. Eğer gerçekten anti-emperyalist bir mücadele verilmek isteniyorsa sadece Batılıların emperyalizmi değil, her türlü emperyalist mentalitenin amasız, fakatsız reddedilmesi lazım. Anti-emperyalist direniş Batı’ya alternatif bir emperyalist yaratmakla değil, tam tersine her türlü emperyalizme karşı enternasyonel bir direniş yaratmakla mümkün olacağı kanasındayım. Yazar: Tan Berk AKI

Comments


Son Eklenenler

bottom of page