İslamcı Hareketin Türkiye’deki Dönüşümü
Yusuf Akçura 1904’te yazdığı “Üç Tarz-ı Siyaset” kitabında Osmanlı İmparatorluğu’nun önündeki üç yolu kıyaslıyordu: Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık. 1918 yılında bir başka Türkçü düşünür Ziya Gökalp yıkılmakta olan Osmanlı Devleti’nin reçetesini yine 3 yolun sentezinde arıyordu: Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak.
Fakat yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Batılılaşma ve Türkçülüğü kendine rehber edinirken İslamcılığın artık gözden düşmüş bir politika olduğu söylenegeldi. Peki İslamcılık gerçekten de tozlu raflara kaldırılan bir ideolojiye mi dönüşmüştü?
İslamcılık Nedir yahut Kime İslamcı Denir?
Sonuna “-cı” eki almış her sıfat gibi “İslamcı” kelimesi de kendisine uzun bir zaman müşteri bulmakta zorlandı. Bu yazının İslamcı tanımında iki temel unsur var: toplumun içinde bulunduğu kötü durumdan çıkıp daha iyi bir hale gelmesinde en kilit rol İslam’ındır diye düşünenler ve toplumun İslam’la kurduğu ilişkinin yeterince sağlıklı olmadığını düşünenler İslamcı şemsiyesinin altında toplanabilirler. Burada ilk madde, alternatifleri olan Batılılaşma ve Türkçülük hareketleri gibi temelde bir kimlik siyasetini taşır. Bununla birlikte gerek geleneksel kurumlara karşı taşıdığı şüphe olsun gerekse mevcut İslami yapılara yönelik eleştiriler olsun, İslamcı akım içerisindeki farklı hareketlerde ortak olarak gözlemlediğimiz özellik, hepsinin bir “doğru İslam” vurgusuna sahip olmasıdır. Bu doğru İslam’ın ne olduğu ve kim tarafından belirleneceği de İslamcı hareketler arasında ciddi bir tartışma sebebi olmuştur.
İslamcılığın yukarda andığımız iki temel özelliği üzerinden konuya baktığımızda, İslam’da reform talep eden modernist düşünürleri de İslam’ın geleneksel yaşanış tarzına sıkı sıkıya bağlı olmayı salık verenleri de İslamcı olarak anmak mümkün hale geliyor. Böyle bir durumda da kendini İslamcı saymayan Müslümanlardan Müslüman ile İslamcı arasındaki ayrımın silikleştiği eleştirisi gelebiliyor. Burada temel ayrım İslam’ın toplumu ve siyaseti kurtaracak bir çözüme sahip olduğu fikridir. Bir Müslüman, inanç ve ibadetlerinin yanında siyaseti ve toplumu İslam esaslarına göre düzenlemek gibi bir fikre sahip değilse İslamcı olarak anılamaz. Fakat Müslüman olmasa bile birisi toplum ve siyaseti İslam esaslarına göre dizayn etme fikrine sahipse İslamcı olur.
İslamcı siyasetin partili bir hareket olması da İslamcılar arasında başından beri tartışmalı bir konu olmuştur. Bunun ilk örneği, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra, partileşmeyi düşünen “İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti”ne Said Nursi’nin (o zamanki adıyla Bediüzzaman Molla Said-i Kürdi) getirdiği eleştiridir. Said Nursi, İslam’ın ümmeti bütünleştirici bir unsur olması gerekirken siyasi partilerin doğası gereği toplumun sadece bir kısmına hitap edeceğini söyler ve ekler, dini bir etiketle siyaset yapmak, dinin de siyasi bir tartışma malzemesi olmasına izin vermek, dinin herkese seslenebilme gücünü kıracaktır. İslam adına siyaset yapmanın İslam’ın toplumsal hegemonyasına zarar vereceği fikri cumhuriyet döneminde de İslami cemaat ve tarikatlerin zaman zaman Milli Görüş hareketinden uzak durmasına sebep olmuştur. Necmettin Erbakan’ın buna cevabıysa “Siyasetle ilgilenmeyen Müslümanları Müslümanlarla ilgilenmeyen siyasetçi yönetir” sözü olmuştur.
Kısaca özetlersek, İslamcılık akımı görüş olarak birbirinden farklı birçok İslamcı hareketi ve düşünürü kapsayan bir çatı olmuştur. Temel vurgu siyasetin ve toplumun dizaynında İslam’ın merkeze alınması olduktan sonra gelenekçi, modernist veya selefi her düşünce İslamcı düşüncenin bir parçasıdır. Böyle bir tanım yaptıktan sonra Türkiye’de İslamcılığın hangi evrelerden geçtiğine bakmak meseleye dair daha doyurucu bir bakış sunacaktır.
Geç Dönem Osmanlı’da İslamcılık Fikrinin Doğuşu
İslamcılık, Müslüman siyasi toplumların Avrupa karşısında gücünü kaybetmesinin bir sonucu olarak doğdu. Eş zamanlı olarak Hindistan, Mısır ve Osmanlı’da güçlenen İslamcılığın Türkiye’deki öyküsü Namık Kemal gibi Genç Osmanlılarla başlamıştı. Geç Dönem Osmanlısında İslamcılık, Müslümanların geri kalmasının arkasında İslam’ın özünden kopuş olduğunu iddia ediyordu. Bu özden kopuş, şekil olarak İslam’a bağlı fakat düşünüş olarak İslam’dan kopmuş bir toplum demekti. İslamcılar geleneğin güçlenmesiyle birlikte zaman içinde İslam’ın özündeki akıl ve birlikte karar alma vurgusundan uzaklaşılarak toplumun durağanlaştığını ve yozlaştığını iddia ettiler. Özellikle Namık Kemal’in çabaları, Batı’daki aydınlanma hareketinin akıl vurgusunu ve demokratik kurumları İslami kavramlarla yeniden üreterek tartışan, demokrasinin özünün “meşveret” kavramıyla İslam’da var olduğunu ileri süren özgürlükçü bir hareket olarak İslamcılığı öne çıkarıyordu.
Namık Kemal’le başlayıp Osmanlı entelektüellerince takip edilen bu sivil İslamcı düşüncenin yanında bir de devlet ideolojisi olarak İslamcılığın doğduğunu görüyoruz. İkinci Abdulhamit’in hilafeti sahiplenerek bir üst kimlik olarak Müslümanlığı kullanma çabası tıpkı Osmanlıcılık gibi aslında çözülmekte olan imparatorluk anlatısını korumak için benimsenmiş bir siyasetti. O dönemde Osmanlı Devleti’nin sahip olduğu toprakları düşünürsek, İkinci Abdulhamit’in saltanatının ilk yıllarında Osmanlı Devleti, tarihinin en büyük toprak kaybını yaşamıştı. Balkanlardaki Hristiyan azınlıkların bağımsızlıklarını kazanmasıyla birlikte elde kalan toprakları korumak için Müslümanlık bir üst kimlik olarak İmparatorluğu bir arada tutmanın formülü olarak görülmüştü.
Dolayısıyla bir yanda reform yanlısı, daha enternasyonel, özgürlükçü bir İslamcılık varken diğer yanda devletçi, yenilikten ziyade mevcudu muhafazaya çalışan, hilafet üzerinden emperyal bir dil ve Müslümanlıktan bir üst kimlik üretmeye çalışan bir İslamcılık vardı.
1800lerin sonunda filizlenmeye başlayan İslamcılık düşüncesini netliğe kavuşturan isim Said Halim Paşa’dır. Abdulhamit’in tahttan indirilmesinden sonra uzun bir dönem sadrazamlık yapmış olan Said Halim Paşa, aydınlanmacı düşüncenin etkisinde filizlenen ve parlamento ve anayasa gibi Batılı kurumların ithalini savunan ilk dönem İslamcılığına karşı her toplumun sağlıklı gelişimi kendi içinden çıkardığı kurumlarla olur diyerek muhafazakâr bir İslamcılık ortaya koymuştur. Said Halim Paşa Batı medeniyetinin kurumlarını eleştirmiyor tabii burada. Sadece medeniyetin ithal edilemeyeceğini söylüyor. Yani diyor ki; her milletin kendi gelişim hikayesi vardır, İngiltere’de yüzyılların birikimiyle parlamento ve demokrasi oluştu. O kurumları ithal etmenin aynı etkiyi yaratması beklenmemeli.
Said Halim Paşa, İslamcılık fikrini muhafazakar teorilerle buluşturup modern Türkiye’de muhafazakar düşüncenin öncüsü olmuştur.
Said Halim Paşa bunu diyor demesine fakat II. Meşrutiyet ilan edilmiş, Osmanlı’da çok partili ve ateşli bir demokrasi var. Çok sesli bir basın var aynı zamanda, akla gelebilecek her şey konuşuluyor. İslamcı entelektüeller de çeşitli gazetelerde yazıyorlar. Dolayısıyla İkinci Meşrutiyet sonrası dönem aslında Türkiye’deki birçok ideolojide olduğu gibi İslamcılık için de verimli bir tartışma ortamı. Bu dönemde Eşref Edip yönetimindeki Sırat-ı Müstakim dergisi hem İslamcıları hem de daha sonra Türkçülük fikrinin de kurucu isimlerinden olacak Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu ve İsmail Gaspıralı gibi yazarları kadrosunda barındırıyor. Fakat şüphesiz dergideki en önemli isim derginin uzun yıllar başyazarlığını yapmış olan Mehmet Akif.
Mehmet Akif’in İslamcılığında Cemalettin Afgani ve Muhammed Abduh gibi modernist İslamcıların etkisi oldukça güçlüdür. Akif’in İslamcılığı, Batı’daki modernleşme ve teknolojik gelişmelerin sıkı takipçisi olan, hatta Avrupalılar için “işleri dinimiz gibi, dinleri işlerimiz gibi” diyecek kadar Batı hayranı bir İslamcılıktı. Mehmet Akif’e göre Müslümanlar Kuranın yaptığı “akletme, düşünme, araştırma” vurgularını unuttukları için geride kalmışlar, dine sadece sevap ve günah çerçevesinden baktıkları için Kuranın kendisini bile anlamaya gayret etmeden okumaya başlamışlardır. Dolayısıyla Müslümanların geri kalmışlıklarının sebebi İslam değildir. Çağın anlayışına uygun bir İslam ile Müslümanlar yeniden güçlenebileceklerdir. Fakat dünya büyük bir çalkalanmanın içindedir…
Birinci Dünya Savaşı kuşkusuz İslamcılığın yediği en büyük darbelerden birisi olmuştu. İslamcıların en büyük ütopyası “İttihad-ı İslam” yani Müslümanların siyasi birliğiyken Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti İngiliz ordusunun bir parçası olan Hint Müslümanlarıyla savaşmış hem Rumeli’de hem Arabistan’da hem de Kuzey Afrika’da Müslüman yoğunluklu topraklarını kaybetmişti. Mehmet Akif aynı zamanda büyük bir hayranlıkla baktığı Batı medeniyetine karşı da İslamcıların tamamı gibi bir hayal kırıklığına uğramış ve artık ona “tek dişi kalmış canavar” diyerek kendi yanılgısına da hayıflanmıştır. Sömürgeleşmeyi sadece Müslümanların geri kalmışlığının bir sonucu olarak okuyan İslamcılar bu zamandan sonra sömürgecilik hareketlerini Müslümanların geri bırakılmasının bir sebebi olarak da görmeye başlayacaklardı.
Millî Mücadele sonrası kurulan yeni Türkiye’deyse İslamcılık etkisini kaybedecek, yerini Türkçülüğe bırakacaktı.
Cumhuriyet Dönemi ve İslamcılığın Yeraltına İnmesi
İslamcılık fikrinin rafa kaldırılması bir gecede olan bir şey değildi. Bir kimlik olarak İslam, anayasada yerini korumuştu. Hatta Lozan Anlaşması sonrasında Yunanistan ve Türkiye, dinlerine göre vatandaşlarını zorunlu göçe tabi tutmuşlardı. Fakat İslamcılığın siyasete yön verme gücü kaybolmuştu. İslamcı aydınların bir kısmı da yönlerini Türkçülük ve İslamcılığın sentezini yapmaya, bu şekilde yeni cumhuriyeti halk nezdinde de meşrulaştıracak bir ideoloji üretmeye çevirmişlerdi.
Bu isimlerin başında Cumhuriyet Halk Partisi’nden başbakanlık da yapmış olan Şemsettin Günaltay geliyordu. Şemsettin Günaltay’ın din ve devlet ilişkisine dair fikirleri Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik politikalarındaki arızaları anlamamıza da yardımcı olabilir. Günaltay Cumhuriyet öncesi dönemde de daha ziyade Türkiye üzerine kafa yoran bir İslamcı. Onun İslamcılığı diğer İslamcılar gibi sömürgeciliğe karşı doğmuş bir tepki değil. Çünkü Türkiye’nin sömürgeleşme tecrübesi yok. O daha çok toplumdaki yozlaşmaya, İslam’ın hurafelerle kirletilmesine odaklanıyor. Bu hurafelerin kaynağı olarak da tarikatları görüyor. Toplumdaki din anlayışının değişmesi için de devletin oynaması gereken role vurgu yapıyor. Günaltay’a göre devlet dinin doğru yorumunu ortaya koyması gereken ve halkın dini yaşayış şeklini de reforme etmesi gereken kurum. Türkiye’de Diyanet İşleri’nin fonksiyonu da böyle tasavvur edilmişti: dini konularda söz sahibi yegâne merci devlet olmalıydı. Günaltay da Diyanet İşleri Başkanlığı’nın öncüsü olan Şeriyye Vekaleti’nde bir müddet çalışmıştı. Bu dönemde Cumhuriyet rejimi, kendi din anlatısının dışına çıkabilecek İslami yapılara karşı müsamahasız bir tavrı benimsiyordu.
Şemsettin Günaltay.
Şemsettin Günaltay gibi yeni rejimin parçası olabilen İslamcılar olduğu kadar yeni rejimin tehdit olarak gördüğü İslamcılar da vardı. Yeni kurulan cumhuriyetin Batılılaşma adına hayata geçirdiği inkılaplar geleneksel İslam’ı savunan çevrelerde rahatsızlık yaratmış. Hilafetin kaldırılması, şapka kanunu gibi uygulamalar karşı devrimci hareketlere yol açmıştı. Tıpkı 31 Mart olaylarında olduğu gibi yeniden bir “irtica” tartışması alevlenmiş, Şeyh Sait isyanı ve İzmir Suikast girişimi sonrası İslamcılar rejimin istenmeyen adamları olmuşlardı. Mehmet Akif’in baş yazarı olduğu Sırat-ı Müstakim dergisi takrir-i sükûn kanunuyla kapatılmış. Din, ulus kimliğinin kurulması önünde bir engel sayılmaya başlanmıştı. Cumhuriyet ile İslamcılık arasında yaşanan o kırılma 75 yıl boyunca İslamcıların devletle ilişkisini belirleyecekti.
Baskılanan her yapının yapacağı gibi İslami hareketler tek parti döneminde yer altına çekildiler. Tek parti döneminde bunun en güçlü örneğini Said Nursi ve Nurculuk hareketi yansıtıyor. Şeyh Sait isyanı sonrası isyanı örgütleyen Şeyh Sait idam edilmişti fakat bu olaydan bir başka Said de etkilenmişti. İkinci Meşrutiyet döneminin hızlı İslamcılarından olan, Millî Mücadeleye verdiği destek üzerine Ankara’ya çağrılıp meclis hükümetinin yeterince dindar olmadığını düşünerek Van’daki medresesine dönen Said Nursi. Said Nursi Van’dan alınıp Burdur’a sürülüyor. Daha sonra da yeri birkaç defa değiştirilse de gittiği yerlerde etrafında oluşan takipçi kitleleri sürekli genişliyor.
Nurculuk modern bir İslami hareket. Yani Türkiye’deki diğer tarikatlar gibi takip edebileceğimiz bir geleneksel silsilenin kolu değil. Osmanlı döneminin diliyle izah edersek kendisini tekkeye değil medreseye yakın hisseden bir yapı. Zaten Said Nursi de hem medrese çıkışlı bir isim hem de İstanbul’da bulunduğu yıllarda Şeyhülislamlığa bağlı “Darül Hikmet-i İslamiye” üyeliği yapmış birisi.
Özellikle 1940’larda harekete karşı açılan davalarla halkın ilgisi artacak ve tek partili dönemde susturulamamış bir dini hareket olarak İslami hareketlerin yer altından yer üstüne çıkmasına zemin hazırlayacaktır. Said Nursi’nin dönemin siyasilerinden talep ettiği 2 eylem var. Bunlar İslamcı hareketin de uzun yıllar gündemini meşgul edecekler: ezanın Arapça aslına döndürülmesi ve Ayasofya’nın cami olarak ibadete açılması. Bunlar dışındaysa Nurculuğun rejimle destek veya karşıtlık üzerinden kurduğu bir ilişki yoktur. Biz sizin dünyanıza karışmıyoruz siz de bizim dinimize karışmayın der Nursi. Bu bir anlamda toplumsal ve dini alanda devletin hegemonyasını kırmaya yönelik de bir girişimdir. Ve sonuçları itibariyle rejime doğrudan muhalefet etmekten daha etkili olmuştur.
Çok partili hayata geçişle birlikte bu sembollerin halkta ne kadar ciddi bir karşılığı olduğu da net bir şekilde görülecekti. 1946’da çok partili hayata geçişten sonra CHP’nin son başbakanının bir İslamcı olması da bu yüzden tesadüf değil. 1949’da başbakanlık koltuğuna oturan Şemsettin Günaltay, Sivas Kongresinden itibaren kesintisiz milletvekilliği yapmış, Atatürk’ün emriyle CHP İstanbul teşkilatının kuruculuğunu ve il başkanlığını yapmış, Türk Tarih Kurumu’nun kurucularından ve başkanlarından olan aslen tarihçi olup ordinaryüs profesör olarak İstanbul ve Ankara Üniversitelerinde ders veren renkli bir isim. Başbakanlığı döneminde Türkiye’nin ilk İlahiyat Fakültesi açılıyor. Yine Günaltay hükümeti seçim yasasını değiştirip seçimlerde çok tartışmalı olan açık oy gizli sayım usulünü kaldırıyor. Hatta ezanın Arapça okunmasına yönelik yasağın kaldırılmasına dair bakanlar kurulu kararı çıkartılıyor fakat karar Cumhurbaşkanı İnönü’nün seçim öncesi dini siyasete alet etmek doğru olmaz demesiyle yürütmeye konulamıyor. Fakat İslamcı başbakanımız Günaltay ve CHP, 1950’de seçimleri kaybetmekten kurtulamıyor.
Çok Partili Hayat ve İslamcılığın Rönesansı
1950’ler Türkiye’de İslamcı düşüncenin yeniden doğduğu dönemdir diyebiliriz. Bunda Türkiye’de değişen siyasi iklimin olduğu kadar uluslararası durumun da etkisi var. İkinci Dünya Savaşı sonrası sömürgecilik karşıtı hareketlerin güçlenmesi, 1947’de Pakistan İslam Cumhuriyeti’nin kurulması, Mısır’da İhvan hareketi ve Baasçı devrim gibi Türkiye’deki entelektüellerin ilgisini çeken gelişmeler yaşanıyor bu dönemde.
Yani İkinci Dünya Savaşı, İslamcılar için Birinci Dünya Savaşı’nın tersi bir etki yaratıyor. Sezai Karakoç gibi yeniden “ittihad-ı İslam” fikri için uluslararası zemin arayan bir İslamcı düşünür Baas Partisi’ne atıfla “Diriliş” dergisini kuruyor. Çeviri faaliyetleri üzerinden enternasyonel bir İslamcı anlayış yeniden güçleniyor ve Türkiye’de İslami hareket, tek parti öncesinde ancak rejime biat ederek ya da rejimle çatışmadan hayatta kalmaya çalışarak var olabilirken bu tarihten sonra eleştirel bir dil de üretebilir hale geliyor.
Fakat entelektüel İslamcılıktaki bu hareketliliğin tabana yayılabildiğini söylemek mümkün değil. Köyden kente göçün arttığı bu dönemde halka seslenebilen isim Necip Fazıl Kısakürek oluyor. Necip Fazıl’ın doğrudan İslamcı olarak tanımlamak ne kadar doğru olur tartışmalı bir konu. Çünkü kendisi aynı zamanda Türkçü ve o dönemin İslamcı entelektüellerinin aksine koyu bir sağcı. Yine de Türkiye’de İslami hareketler üzerindeki etkisi Necip Fazıl kadar güçlü olan çok az isim var. Hatta Türkiye’de İslamcılığın sağcılaşmasında, ürettiği söylemlerle, en etkili olan entelektüel figür Necip Fazıl.
Necip Fazıl’ın “İdeolocya Örgüsü” kitabında idealize ettiği devlet mutlak bir otoriterliğin altında şeriatın uygulandığı bir devlettir. Kendisinden önceki İslamcıları dehşete düşürebilecek bu kitap kendisinden sonraki bazı İslamcılar için bir ütopya kabul edilmiştir. Mesela bazı yakınları Milli Nizam Partisi için Erbakan’ın İdeolocya Örgüsü’nü parti programı yapmak istediğini söylediler. Dönemin İslamcılığını sağcılaştıran bir diğer etken aslında Soğuk Savaş ortamı. “Komünizm tehdidi” rejimle dindarların arasındaki buzları çözmek için iyi bir fırsat oluyor. Tek parti döneminin laiklik politikaları İslami hareket için ne kadar hayal kırıklığıysa “dinsiz komünizmden halkı koruyan devlet” de o kadar desteklenmeye layıktı. Komünizmle mücadele, Türk-İslam sentezi gibi söylemler üzerinden dindarlara seslenen devlet çok büyük ölçüde dindarların desteğini almayı başardı. İslami söylem içerisinde Türkçülüğün meşrulaştırılması çok da zor olmadı. Tarihin menkıbeleştirilerek anlatıldığı yayınlar üzerinden “İslam’ın bayraktarlığını yapmış olan Türk milleti” yüceltildi ve aslen Kürt olan Said Nursi bile “müsbet milliyetçilik” kavramıyla dinsizlik ve anarşi tehlikesine karşı halkı bir arada tutacak bir üst kimlik inşasının yanında durdu.
Millî Görüş Hareketi
Türkiye’de İslamcı siyasetin ana gövdesi olan Millî Görüş Türk sağından koparak kurulmuş bir siyasi oluşum. Buradaki “milli” ifadesi sizi şaşırtmasın, millet derken Müslüman ümmeti ima eden bir kavram bu aslında. Necmettin Erbakan İTÜ mezunu parlak bir mühendis. 1967’de Odalar Birliği’nin genel sekreterliğine geldiğinde İstanbul sermayesine karşı sahipsiz bırakılmış Anadolu sermayesinden, küçük sermayedarlardan yana tavır alır ve sistemin İstanbul merkezli burjuvaziyi kollarken Anadolulu sanayici ve tüccarı dışladığını iddia eder. Bu şekilde arkasına küçük sanayicileri alarak 1969’da Odalar Birliği başkanı olan Erbakan’ı Adalet Partisi iktidarı bu makamdan alıyor. Erbakan da Adalet Partisi’nden istifa eden birkaç siyasetçiyle birlikte 69 seçiminde bağımsız milletvekili adayı oluyor ve Konya’dan meclise giriyor. Bir yıl sonra Milli Nizam Partisini kuruyor ama parti 12 Mart muhtırasının ardından kapatılıyor. Gerekçe: laikliğe aykırı çalışmalar. 1972’de bu kez Milli Selamet partisi kuruluyor ve bir yıl sonraki seçimde %12’ye yakın oy alıyor.
Necmettin Erbakan, Milli Görüş Hareketi’nin kurucusu. Türkiye’de, Siyasal İslam fikrinin en önemli ismi oldu.
70’lerde hem Soğuk Savaş iklimindeki gevşeme hem ülkede artan eşitlik ve işçi hakkı talepleri Millî Görüş hareketinin siyasi diline de yansımıştır. Üçüncü dünyacı bir dil benimseyen hareket elbette dinsiz komünistlere karşıdır ama Amerika’ya ve yahudilikle ilişkilendirdiği kapitalist düzene de karşıdır. Kapitalist düzen faizin, emek sömürüsünün ve zulmün düzenidir. Karşısına konulan “Adil Düzen”se sadece bir slogan değildir. Sendikalar kurulur, emek ve adalet kavramları yüceltilir. Erbakan sadece Anadolulu sanayicileri değil büyükşehirlerdeki işçileri de arkasına almak için çabalar. Ve 1973’te bu anti-Amerikancı söyleme uyan büyük partiyle, Ecevit’in CHP’siyle iktidar ortağı olurlar. 73’ten 79’a biri CHP’yle, ikincisi Adalet Partisi ve Cumhuriyetçi Güven Partisi’yle, sonuncusu da Adalet Partisi ve Milliyetçi Çalışma Partisi’yle olmak üzere daima koalisyon ortağı olmayı başarır MSP. Faydacı ve gerçekçidir. Seçimde elde ettiği sonuçtan alabileceği maksimum verimi almaya çalışır. Hükümette ve dolayısıyla devletin kadrolarında İslamcı seçkinlerin yer alması için çabalar. Fakat 70’lerin sonuna geldiğimizde ülke hem ekonomik bir çalkalanmanın içindedir hem de sokakta siyasi şiddet bir türlü durulmaz. Perde 1980’de bir başka askeri darbeyle, bu sefer bütün siyasi partiler için kapanacaktır.
1980 Darbesinden Sonra İslamcılık
80 darbesi ülkede neredeyse bütün siyasi gruplarca kötü hatırlanır. Oysa asker yönetime el koyduğunda ülke hasretle beklediği asayişe yeniden kavuştu diye orduya selam duranlar çoğunluktaydı. Darbenin yürütücülerinden oluşan Milli Güvenlik Konseyi de asayişi ve felç olan devlet iradesinin yeniden tesisini hedeflediği vurgusuyla kendini meşrulaştırıyordu. Ülkedeki 20 yıla yakın ömrü olan görece çoğulcu demokrasi tecrübesi hem devlet düzeninin hem de kamu güvenliğinin bozulmasının kaynağı olarak görülüyordu. Reçeteyi ise halkın siyasetten uzaklaştırılmasında, ideolojilerin ve siyasi partilerin kötülenmesinde buldular. Bu apolitikleştirme sürecineyse içleri siyasi ajandalardan arındırılmış iki fikir aracılık etti: kemalizm ve din. İdeolojiler üstü bir siyasi figür olarak Mustafa Kemal ve halkı birleştirici bir küme olarak Sünni İslam. Kenan Evren hem gittiği umrede Kabe’nin içine girerek Müslüman halkın sempatisini kazanıyordu hem halkla yaptığı buluşmalarda ayetler hadisler okuyordu. Fakat bunu yaparken diğer partiler gibi MSP’yi de eleştiriyordu. Mealen siyasete karışmadıkça İslam güzel din diyor hatta tarikat ve cemaatlerle de irtibat kurmayı ihmal etmiyordu.
Kenan Evren umre ziyaretinde.
Aslında Sünni İslam’ın, Halk dininin sırtının sıvazlanıp İslam’ın yeniden siyaset dışı bir din olarak gösterilmek istenmesinin sebebi 80 darbesinden bir yıl önce bir başka ülkede yapılan bir devrimdi. İran İslam Devrimi! İran’da Şah’a karşı yapılan gösteriler başını Ayetullah Humeyni’nin çektiği mollaların iktidara gelmesiyle sonuçlanmış. Rejim değiştiren İran artık bir İslam Cumhuriyeti olmuştu. İran Devrimi’yle birlikte Afganistan’da da mücahitler Sovyet Rusya’ya karşı üstünlük kuruyor ve dünyada yükselen radikal İslami hareketler Türkiye’de de yankı buluyordu.
Bu dönemde sermayesi dışardan sağlanan çeviri eserler İslamcı entelektüel çevrede rağbet görürken Turgut Özal %45’in üzerinde bir halk desteği alıyor ve dindar seçmen yine siyasal İslam’dan merkez sağa kayıyordu. Millî Görüş çizgisinin üçüncü partisi olan Refah Partisi’yse lideri Erbakan’ın siyaset yasağı bitene kadar cılız sonuçlar alıyordu. Yüzde onluk seçim barajını da hesaba katan Refah Partisi 91 seçimlerine milliyetçi radikal sağ partilerle ittifak yaparak girip %16 oy almıştı. Takip eden yıllar hem siyasi olarak hem de entelektüel verimlilik olarak İslamcılığın Altın Çağı olacaktı.
90’larda İslamcılık için artık 3. bir kuşağın varlığından söz etmek zaruri hale geliyor. İlk kuşak Osmanlı’nın son yıllarında doğan İslamcılardı. Bu kuşağı Akif temsil eder. İkinci kuşak 50’lerde başını çıkaran, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç gibi yine şairlerin ön planda olduğu bir kuşak. 90’larda geçmişten farklı olarak şairlerin değil sosyal bilimci entelektüellerin ön planda olduğu bir İslamcılıktan söz etmek gerekecek. Fakat bu kuşağın en unutulmaz İslamcısı yine bir şair olmuştu: İsmet Özel. 90’ları önemli yapan şey İslamcıların artık dışarıya açılabilme özgüveni kazanmasıdır diyebiliriz. Daha önceleri kullanılan, partiyi İslam’ın yegâne temsilcisi gören diskur İslami cemaatlerle parti arasına bir soğukluk sokuyor ve hatta Erbakan’ın bağlı olduğu İskenderpaşa cemaatini bile rahatsız ediyordu. 90’lardaki parti teşkilatı, özellikle Tayyip Erdoğan liderliğindeki İstanbul teşkilatıysa sadece Müslümanlara değil herkese seslenebilen bir parti için çalışıyorlardı.
İslamcı entelektüeller de çok çeşitli yayınlar yapıyor, dergiler ve gazeteler çıkarıyordu. Radikal İslami düşüncelerin dillendirilebildiği, kimisi rejimin yıkılması gerektiğini düşünen kimisi rejimin dönüşmesini yeterli bulan kimisi daha çok Anadolu’ya odaklanmış kimiyse küresel İslami hareketlere ve özellikle cihat yapılarına ilgi gösteren onlarca İslamcı fraksiyondan söz edilebilir bu zamanda. Bir yandan da Yaşar Nuri Öztürk gibi modernist İslamcılar görünür oldular. Post-modernizmin yükselişiyle birlikte İslam dininin emir ve yasaklarının da kendi tarihselliği içinde ele alınması gerektiğini dolayısıyla içtihat kapısının İslam’ın modern zamana göre yorumlarına da açık olduğunu savunanlar çıktı. 90’lardaki İslamcılık farklı uçlara sahip olsa da Refah Partisi yani Millî Görüş hareketi ana çizgiyi veriyordu: Serbest piyasa ekonomisine geçişle birlikte parti ismi olarak seçilen “refah” daha önceki “nizam” vurgusunun aksine planlamacı ekonomik görüşlerin terk edildiği sinyalini veriyordu. Adil Düzen kavramı da içindeki sosyalist tonlar düşürülerek kapitalist ekonomiyle uyumlu bir söylem kazanıyordu. Önemli İslamcı isimlerden birisi olan iktisatçı Mustafa Özel kapitalizmin tekelleşme eğilimini eleştiriyor ve İslami ekonominin tekelleşmeyi engelleyip serbest piyasayı güçlendireceğini vurguluyordu. Burada da yine partinin Anadolu sermayesine göz kırptığını görüyoruz.
Recep Tayyip Erdoğan ve Melih Gökçek’in belediye seçimlerini kazanması İslamcı hareket için yeni bir dönemin başlangıcı olmuştu.
Tarihler yaklaştıkça hikayeler tanıdıklaşıyor. Sene 1994 ve Türkiye yerel seçime gidiyor. Seçim büyük sürprizlerle geliyor. İstanbul’da Recep Tayyip Erdoğan, Ankara’da Melih Gökçek belediye seçimlerinden galip ayrılıyorlar. İstanbul Refah Partisi’nin diğer illerde aldığı oyun bir hayli üzerinde bir oyla üstelik sadece banliyö ilçelerde değil merkez ilçelerin bir kısmında da birinci olarak seçimi kapatıyor. Böylece Refah, artık Türkiye’nin büyük partilerinden biri oluyor. 1995 seçimlerinde %26 oyla tarihinde ilk kez genel seçimden birinci parti olarak çıkan Refah Partisi’nin hikayesi 28 Şubat muhtırasıyla bitiyor.
28 Şubat ve Ak Parti İktidarı
28 Şubat aslında sadece askerin değil devletin ve medyanın hatta yeşil sermayeyle rekabet içinde olan çağdaş sermayenin el ele verdiği bir Kemalist restorasyon dönemi. Sonuçları itibariyle de İslamcılık için en önemli kırılmalardan birisi. Aslında Türkiye için de öyle. 1998’de Refah Partisi kapatılıyor, yerine Fazilet Partisi kuruluyor. Fazilet Partisi ise Millî Görüş’ün ikiye bölündüğü parti oluyor. 2001’de onu da kapatıyorlar laikliğe aykırı eylemler gerekçesiyle. Sonra Erbakan’ın liderliğindeki geleneksel kanat Saadet’i kuruyor. Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan’ın çevresinde genişleyen yenilikçiler de Ak Parti’yi kuruyor.
Ak Parti için bazı İslamcılar aslında merkez sağ partisidir, İslamcı değildir demiştir. Hatta Erdoğan kendilerine dar gelen Millî Görüş gömleğini çıkardıklarını söyleyip partiyi “muhafazakar-demokrat” olarak tanımlıyor ama kadrolarına baktığımızda 90’ların İslamcı entelektüellerinin önemli isimlerini içlerine katmış bir parti görüyoruz. Burada aslında Millî Görüş’ün 1967’de bağrından koptuğu Adalet Partisi’nin simgelediği bir merkez sağdan bahsediyoruz. Yani İslamcı bir ajandayla konuşmak yerine Müslümanların desteğini alacak şekilde konuşmak. Türkiye’deyse bunun bilinen tek yolu sağın en güçlü partisi olmaktır. 1948’de kurulan Millet Partisi’nden bu yana İslamcı partiler dindar seçmen tarafından büyük ölçüde sağı bölen şımarık hareketler olarak algılanmıştır. Dindar seçmende İslamcı partilerin uyandıramadığı heyecanı Menderes, Demirel ve Özal gibi sağ siyasetçiler uyandırmıştır. Bunda hiç kuşkusuz Millî Görüş’ün propoganda ve tebliğ tavrının diğer dini yapılarca kibirli bulunmasının etkisi de vardır fakat bir diğer önemli sebep de Said Nursi’nin önce İkinci Meşrutiyet döneminde kurulmak istenen İttihad-ı Muhammedi Fırkası için daha sonra da Millet Partisi için söylediği gibi dinin siyasetin bir parçası olduktan sonra saldırıya açık hale geleceği, İslam adına siyaset yapan partilerin hatalarının İslam’a yazılacağı endişesidir. Bir yandan da geleneksel İslami yapılar ve Müslüman halk, halk İslamına hurafe gözüyle bakan, geleneksel kurumlara karşı şüphecilikleri yüksek bu “devrimci İslami hareket”e karşı her zaman daha sağduyulu ve muhafazakar kalmayı tercih etmişti. Kendini dinine en koyu derecede bağlı hisseden kesimlerde bile şeriat getirecek bir devrim arzusu yaygın değildi.
Ak Parti’nin İslamcılık için en önemli hikayesi aslında 90’larda radikalleşen İslamcılığı zaman içinde rejimle barıştırmasıdır diyebiliriz. Radikal İslamcı gruplar Ak Parti iktidarıyla birlikte karşı çıktıkları kapitalist düzenle de barıştılar ve 2000’ler İslamcı bir seçkin sınıfın yükselişine sahne oldu. Siyasal İslamcıların küçük bir kısmıysa Ak Parti ve Saadet Partisi dışında kalıp büyük ölçüde sivil toplum hareketi olarak hayatlarına devam ettiler. Bunlar içinde Mazlum-der ve Emek ve Adalet Platformu gibi yapılar etkilerini uzunca bir süre korumuşlar ve Ak Parti hükümetine karşı muhalefet de edebilmişlerdir.
Ak Parti döneminin bir diğer etkisi gerek kadroları sebebiyle gerek de yükselen Anadolu sermayesinin Pazar arayışları sebebiyle “ümmet” söyleminin ağırlık kazanması oldu. Partinin lideri Erdoğan, takipçileri tarafından aynı zamanda ümmetin lideri olarak da görüldü. Türkiye’nin diğer İslam ülkeleriyle hem ekonomik hem siyasi ilişkileri geliştikçe Erdoğan başka ülkelerde de İslamcılar tarafından sevilen bir lidere dönüştü. Bu “ümmet liderliği” öyküsünün zirvesi Davos zirvesinde yapılan meşhur “one minute” çıkışı oldu. Ak Partiye yakın İslamcı yazarların da beslediği bu “ümmetçi” öykünün sonu 2016’da gelecekti.
15 Temmuz Sonrası: Yerli ve Milliliğe Dönüş
2016 yazında Fetullahçı darbe girişimiyle sarsılan Türkiye’de bütün siyasi kesimler bir şekilde yeni bir hikaye yazmaya başladılar. Türkiye siyasetinde taraflar yeniden şekillenmiş ve daha önce ikinci büyük muhalefet partisi olan MHP ile Ak Parti flörtü başlamış, tasfiye edilen Fetullahçılardan boşalan koltuklara da milliyetçi ve ulusalcı kadrolar yerleşmeye başlamıştır. Bu dönemde Ak Parti tek başına iktidarda kalma imkanını da yitirdiği için, çözüm sürecinin bitişiyle sinyallerini vermeye başladığı “yerli ve milli”lik söylemine sarıldı. Bu sadece bir söylem olarak değil, siyaset olarak da Anadolu’ya kapanmış bir düşünce demekti. Bir yandan Türk-İslam sentezi yeniden gündeme geliyor bir yandansa ümmetçi referanslar azalıyordu. Mısır’daki darbe karşıtı gösterilerde ortaya çıkan rabia sembolü daha önce sahip olduğu ümmetçi referanslardan arındırılarak milliyetçi bir “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” sloganına dönüşmüştür. Yine bu dönemde Türk-İslam düşüncesinin cumhuriyet dönemindeki en büyük hasreti olan Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi Erdoğan’ın İslamcı/dindar tabanını milliyetçilerle yeniden barıştırabilmek için attığı iddialı bir adımdır.
İslamcılık, 1990’larda ortaya koyduğu “islamcı ütopya” hikayesini tüketmeye başlamış ve takipçilerini ya kendisiyle birlikte dönüştürerek onları daha milliyetçi bir çizgiye getirmiş ya da onları küstürerek kendi içinden kopan yeni siyasi oluşumların önünü açmıştır.
İslamcılar için bu dönem aynı zamanda kendilerini sorgulatacak kırılmalara sahne olmuştur. Bunların başında elbette iki İslamcı hareket arasında yaşanan iktidar kavgasının büyüyerek bir darbe girişimi ve sonrasında bir tasfiye sürecine evrilmesi geliyor. Fethullahçı yapının devlet içerisinde kadrolaşarak büyümesi ve 2007’de açılan kapatma davası sonrası iktidardaki Ak Parti ile iş birliğine girmesi İslamcıların büyük bir kısmı için Türkiye’yi İslamcı ütopyaya yakınlaştırmak için tarihi bir fırsat olarak görülmüştü. Fakat o iş birliğinden bugün akılda kalacak en önemli şey kısa sürede gün yüzüne çıkan güç paylaşımı kavgası ve onu takip eden devlet içi bir hesaplaşma süreci oldu. 2016’daki darbe girişimiyse bu iki yapı arasındaki kavganın Türkiye’ye verebileceği zararı İslamcılar için de gözler önüne serdi.
Rabia sembolü, zaman içinde değişen anlamıyla İslamcı hareketin dönüşümünü özetliyor.
Takip eden yıllarda Ak Parti’nin hızla otoriterleşmesi, parti içinde önemli isimlerin partiden kopuşuyla ve İslamcıların zamanında Kemalist rejime yönelttiği eleştirileri kendi iktidarlarında da gözlemlemesiyle sonuçlandı. 1990’lar İslamcılığının önemli entelektüel burçlarından olan Bilim ve Sanat Vakfı tarafından kurulmuş olan İstanbul Şehir Üniversitesi’nin kapatılması İslamcı çevrelerde ciddi bir şok etkisi yaratmıştı. Eski Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Ak Parti’den ayrılıp yeni bir parti kurmasının üzerinden 6 ay geçtikten sonra kapatılan üniversite, İslamcı entelektüel çevrelerin kurmuş olduğu ilk vakıf üniversitesiydi. Dolayısıyla Ak Parti son yıllarda, 1990’larda ortaya konmuş olan İslamcı ütopya hikayesini tüketmeye başlamış ve takipçilerini ya kendisiyle birlikte dönüştürerek onları daha milliyetçi bir çizgiye getirmiş ya da onları küstürerek kendi içinden kopan yeni siyasi oluşumların önünü açmıştır. Önümüzdeki yıllarda İslamcı düşüncenin veya İslamcı hareketin Türkiye’ye yeni şeyler söyleme ihtimaliyse yakın vadede imkansıza yakın bir hal almıştır.
Comentarios