top of page
Yazarın fotoğrafıOgün Törer

Trump ve Biden Rövanşı Dış Politikayı Nasıl Etkileyecek? 2024 ABD Seçimlerine Doğru İki Başkanın Dış Politikalarının Analizi


1988 yılında ABD’nin en popüler programlarından Oprah Winfrey Show’a, en popüler Amerikan iş adamlarından biri konuk olmuştu ve eğer ABD Başkanı olsaydı neler yapacağının sorulması üzerine verdiği cevaplardan biri “Başkan olsaydım, müttefiklerimize üstlerine düşen adil payı ödetirdim.” olmuştu. Nitekim, bu iş adamı 2016 yılında ABD başkanı seçilecek ve 2018 yılında, Oprah’a bahsettiği müttefiklerin gözlerine bakarak “NATO üyelerinin artık adil bir şekilde katkıda bulunması ve mali görevlerini yerine getirmesi gerekiyor. Çünkü aksi takdirde bu, Amerikan halkına ve vergi mükelleflerine haksızlıktır” diyecekti. Ancak Trump’ın başkanlık hikayesi 2020 seçimlerini Joe Biden’a karşı kaybetmesiyle yarım kalmıştı ve dünya kamuoyu Bastille Baskını kutlamalarında yer alan Trump’a Capitol Baskını skandalıyla veda etmişti.

 

Tabii bu bir veda olmaktan çok 4 yıllık bir ara da olabilir. 2024 başkanlık seçimlerinde 2020 yılının rövanşı olarak Biden ve Trump tekrardan karşı karşıya gelecek. Peki anket sonuçlarına göre oldukça çekişmeli geçmesi beklenen bu seçim sonuçlarının ardından Trump başkan seçilirse dünya siyaseti ne beklemeli? Uluslararası kamuoyunun gözünü ayıramadığı Gazze ve Ukrayna krizlerinde sağı soğu belli olmayan, yeni, ancak tanıdık bir “dünya liderinin” varlığı neler değiştirebilir?

 

14 Temmuz 2017’de Fransız Devrimcilerinin Bastille Baskınının 228. yıldönümünde Fransa’nın çiçeği burnunda Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Başkan Trump’ı kutlamalarda ağırlamıştı. Henüz kampanya sürecindeyken ABD’nin dış politikada artık eskisi gibi olmayacağını, NATO üyesi ve Avrupalı müttefiklerine olan ittifaka mesafe koyacağını söyleyen Trump’a karşı Macron, transatlantik ittifakın ne kadar önemli olduğundan bahsediyordu. Trump ise Macron’a ittifak için kilit ülkelerden Almanya’nın Şansölyesi Angela Merkel ve Birleşik Krallık Başbakanı Theresa May’in birer “ezik” (loser) olduğunu söylemişti. Bu ve bunun gibi birçok “amiyane diplomasi” cümlelerinden Riyad’da Araplarla yaptığı kılıç dansına, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a “aptallık etme” dediği mektubundan Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasıyla Trump, ABD dış politikasında hatta uluslararası sistemde yeni bir döneme geçildiğinin sinyallerini veriyordu.

 

Trump’ın alışılagelmedik diplomasi dilinden mustarip olan ilk Fransız Emmanuel Macron değildi. Başkan seçildikten sonra Trump’ın görüştüğü ilk liderlerden biri dönemin Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’dı. Gerçekleştirilen telefon görüşmesinde Trump açık açık ABD’nin parasının Amerikanlar için kullanılması gerektiğini ve artık Avrupalılar için para harcamak istemediğini söyleyerek seçim döneminde vadettiği Avrupa’ya yönelik dış politikasını gerçekleştirmek için ilk adımını atmıştı. Öyle ki 2018 yılında Brüksel’de gerçekleştirilen NATO zirvesinde, NATO liderlerinin karşısında konuşurken de açık açık bu görüşünü savunması NATO üyelerinde bir soğuk duş etkisi yaratmıştı. Trump için bu, dış politikanın en önde gelen konularındandı çünkü Avrupalı müttefiklerin Amerikan halkını soyduğunu iddia ediyordu.

 

Elbette Trump, NATO üyelerinin organizasyona olan katkılarını artırmalarını isteyen ilk başkan değildi. Özellikle Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana her Amerikan başkanı bunu sık sık dile getirmişti. Ancak ilk kez bir ABD başkanı bu kadar açık bir şekilde, hatta kaba olarak nitelendirilebilecek sözlerle bu isteği belirtmişti.  Trump sadece dış politikada değil diplomatik dilde de bir kopmayı temsil ediyordu.  

 

Trump’ın politikası ve dili, Kıta Avrupa’sında öncelikli olarak Almanya’yı hedef alıyordu. Almanya’nın Rusya’dan korunmak için ABD’nin parasını kullandığını, ancak Rusya ile yeni doğalgaz anlaşmaları yaparak Rusya’nın bir tutsağı haline geldiğini söylüyordu. Dünyanın önde gelen ekonomilerinden olan Almanya’nın NATO’ya yeterince destek olmadığını ve ABD’yi sömürdüğünü öne sürüyordu.

 

Avrupa ülkelerini Rus gazına bağlı olmakla ve tehlike olarak gördükleri Rusya’ya karşı savunmalarına yeterince yatırım yapmamakla suçlayan Trump’ın başkan seçilmesinden yaklaşık 5 ay sonra ABD seçimlerine Rusların müdahil olduklarına yönelik haberler basında yer almaya başladı. Putin ve Trump, 2018 yılında, Soğuk Savaş’ın sonunun emarelerinden biri olan, Gorbaçov ve Baba Bush’ın Helsinki’de buluştuğu sarayda bir araya geldiler ve iki ülke arasındaki ilişkilerin yeni bir evreye gireceğini söylediler. Nitekim Trump, kampanya sürecinde de Rusya ile ilişkilerin iyileştirilmesi gerektiğini dile getirmişti. İki liderin görüşme sonrası gerçekleştirdiği basın toplantısında Amerikan bir muhabir: “Putin Rusya’nın seçimlere karışmadığını, tüm ABD istihbaratı ise karıştığını söylüyor. Hangisine inanıyorsunuz?” sorusuna karşın Trump “ekibim öyle diyordu ama Putin öyle demedi. Neden inanmayayım ki” demişti. Trump’ın Rusya ile kurduğu bu yakınlık şüphesiz ki başta Merkel olmak üzere NATO liderlerini rahatsız ediyordu. Ancak bu durum Trump’ın pek de umurunda değildi. Öyle ki, Kırım’ı işgalinden sonra G8’den atılan Rusya’nın diğer liderlerin hoşlarına gitse de gitmese de yeniden zirveye dahil edilmesi gerektiğini söylemişti.



Trump’ın uluslararası bir örgüt olan NATO’daki Amerikan çıkarlarını merkeze alan söylemleri Rusya konusuyla sınırlı değildi. Trump’ın 2019 yılında NATO müttefiklerine danışmadan Suriye’nin kuzeyindeki askerlerinin büyük bir bölümünü bölgeden çekmesiyle Macron koordinasyon ve iş birliği yetersizliği nedeniyle artık NATO’nun “beyin ölümünün” gerçekleştiğini söylemişti. Trump, Orta Doğu’daki Amerikan askerlerinin varlığını şu cümlelerle eleştiriyordu: “Orta Doğu'da 15 yıldır süren savaşlardan, trilyonlar harcandıktan ve binlerce ölümden sonra durum hiç bu kadar kötü olmamıştı.” Trump, artık IŞİD’in yenildiğini ve Amerikan askerlerinin Suriye’den çekilmesi gerektiğini, ancak petrolün korunması için bir miktar ABD askerinin bölgede kalmasını savunuyordu. Buna rağmen, açık açık Esad’ı indirmek istediğini ve ABD’nin halihazırda Esad rejimiyle savaşta olduğunu söylemekten de geri durmuyordu. Suriye’yle ilgili Erdoğan’la da görüşmeler gerçekleştirmişlerdi. Erdoğan eğer Trump askerlerini çekerse Suriye’deki Türk müdahalelerin duracağını söylemişti. Erdoğan ve Trump arasında Suriye üzerinden ortaya çıkan bu gerilim sonucu Trump, Erdoğan’a “Sert adamı oynama. Aptallık etme!” cümleleriyle biten meşhur mektubu yazdı.



“Uzun süredir Suriye'de savaşıyoruz. Neredeyse iki yıldır başkanım ve IŞİD'i yendik. Askerlerimizi eve getirme zamanı geldi.” - 2018


 

Trump, Orta Doğu’daki bu tek taraflı dış politikayı yalnızca Suriye’de uygulamıyordu. Trump’ın Orta Doğu’daki bir diğer hedefi İran’dı. ABD, Birleşik Krallık, Fransa, Rusya, Çin, Almanya ve İran arasında imzalanan, İran’a karşı yaptırımların kalkması ve İran’ın nükleer silah üretmediğini kanıtlaması için tesisleri Uluslararası Atom Enerjisi Ajansına açmasını şart koşan anlaşma Trump’ın hedefindeydi. Yaptırımların kalkmasıyla İran ekonomisi büyük bir büyüme geçirmişti ancak tesislerdeki plütonyum ve uranyum seviyeleri halen şüpheli bir seviyedeydi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda yaptığı konuşmada Trump, “Dünya ülkelerinin, kitlesel katliamlardan açıkça bahseden, ABD'nin ölümünü, İsrail'in yok edilmesini ve burada bulunan birçok liderin ve milletin yok edilmesini isteyen başka bir sorumsuz rejimle karşı karşıya gelmelerinin zamanı geldi. İran hükümeti, aldatıcı demokrasi maskesi altında yozlaşmış bir diktatörlüğü gizliyor. İran anlaşması, ABD'nin bugüne kadar parçası olduğu en kötü ve en tek taraflı anlaşmalardan biri. Bu anlaşma ABD'nin ayıbıdır” demişti ve Macron ve Merkel’in çabalarına rağmen Trump, Twitter üzerinden anlaşmadan çekileceğini duyurmuştu. İran’a Amerikan yaptırımlarının yeniden artırılması üzerine bir Amerikan drone’u İran tarafından düşürülmüştü ve buna cevaben, ABD İran Devrim Muhafızları Ordusu Kudüs Gücü komutanı Kasım Süleymani’yi öldürmüştü. Bazı kesimlerin 3. Dünya Savaşını tetiklemesini beklediği bu olayda Trump, barış için çalıştığını söylüyordu.

 

Seçim kampanyasında Trump’ın vaatlerinden biri de İsrail’deki Amerikan büyükelçiliğininin Kudüs'e taşınmasıydı. Nitekim bu vaadi de gerçekleştirdi. Trump’ın Damadı Jared Kushner, Orta Doğu’daki “Barış Planının” hayata geçmesi için kilit bir rol oynuyordu. Kushner, özellikle İsrail – Filistin arasında “arabulucu” rolü oynuyordu. Bir Yahudi olan Jared gençliğinden beri İsrail’i destekleyen görüşlere sahipti ve ailesi de İsrail’in önemli sponsorlarından biriydi. Jared, daha İsrail Başbakanı olmadan Benjamin Netanyahu ile yakın ilişkiler kurmuş, hatta Netanyahu bir keresinde onun evinde kalmıştı. Filistin’in ABD temsilcilerinin iddialarına göre Trump’ın İsrail yanlısı bu aksiyonları için ne zaman yetkililerle görüşmek isteseler, Kushner devreye girmişti ve Filistinli yetkililer yok sayılmaya başlanmıştı. Öyle ki Kushner, Filistin temsilcilerini toplayıp Tel-Aviv büyükelçiliğini Kudüs’e taşımakla ilgili bir görüşme gerçekleştirmiş, bu görüşmede güncel hükümetin alışılan hükümetler gibi olmayabileceğini, onlara göre bu kararın İsrail için tarihi bir gerçeğe dayandığını söylemişti. Kushner ile görüşen temsilciler de bunun gerçekleşmesi durumunda bunun son görüşme olacağını söylemişlerdi ve gerçekten de öyle olmuştu.  Tüm bunların yanında Trump, İsrail ile Arap ülkelerinin ilişkilerini de düzeltmeye çabalıyordu. Onun öncülüğünde, 15 Eylül 2020 tarihinde İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn arasında Arap-İsrail ilişkilerinin normalleştirme amacıyla İbrahim Anlaşmaları imzalanmıştı.

Ortadoğu’da Trump’ın bir diğer vaadi ise elbette Amerikan askerlerinin Afganistan’dan çekilmesiydi. Her ne kadar onun döneminde Afganistan’da yer alan asker sayısı oldukça azalmış olsa da tam geri çekilme Biden’ın başkanlığında gerçekleşecekti. Trump’ın bu “barış” planlarının ardındaki asıl sebep ise Orta Doğu’nun artık ABD Dış Politikası için dikkat dağıtıcı bir unsur haline gelmesiydi. Çünkü Trump’a göre artık yeni odak Avrupa veya Orta Doğu değil, Asya-Pasifik olmalıydı. Şüphesiz ki ABD’de Trump dönemi dış politikasının temel odağı Çin’di. Obama’nın Asya’ya yönelimini devralan ve devam ettiren Trump’ın önceliği ABD’nin Çin’e verdiği ticaret açığını azaltmaktı çünkü ABD’nin Çin’e ihracatı 150 milyar dolar seviyelerindeyken Çin yaklaşık 530 milyar dolar ile ABD’nin en büyük ithalat kaynağıydı.

 


Donald Trump 2017 yılında Çin’in imalat ekonomisinden yüksek teknolojiler üreten bir ekonomiye sahip olmayı hedeflediği “Made in China 2025” planını gündeme aldı. Çin’in teknoloji ve bilimdeki yükselen gücüne karşı Trump yönetimi, “zorla teknoloji transferi yapması ve fikri mülkiyet haklarına saygı duymaması” nedeniyle gümrük vergilerinin artırılması da dahil olmak üzere Çin’e bir dizi yaptırım uygulama kararı aldı ve böylece ABD-Çin Ticaret savaşları başlamış oldu. ABD’nin çekindiği temel şey, Amerikan şirketlerinin Çin şirketler ile rekabet edememe ihtimaliydi. 2018 yılında Huawei yetkilisi Meng Wanzhou’nun, İran yaptırımlarına karşı komplo kurmakla suçlanarak ABD’nin isteği üzerine Kanada’da tutuklanmasının ardından teknolojik boyut ticaret savaşlarında daha görünür bir hale geldi. Bu olayı takiben, 2019 yılında ABD federal hükümetinde Huawei ve ZTE ürünlerinin kullanılması yasaklandı. 2020 senesinde ise ABD Hazine Bakanlığı Çin’i döviz kurunu manipüle etmekle suçladı. Aynı yıl, Donald Trump 13959 sayılı yürütme kararıyla Amerikan yatırımcılarının Çin askeri şirketleriyle iş yapmasını yasakladı. Trump’ın tüm bu politikalarının belirli bir oranda işe yaradığını 2020 yılında iki ülke arasında imzalanan ve Çin’in bu ticari açığı dengelemek adına ABD’den ürün ithal edeceğini kabul ettiği anlaşmayla görebiliyoruz.

 

 

Biden Mirası Devralıyor

 

2020 yılında Trump Joe Biden’a karşı girdiği seçimleri kaybetti. Biden’ın kampanyasında kullandığı “Amerika Geri Döndü” sloganı aynı zamanda dış politikada ABD’nin yeniden eski rotasına girişini temsil ediyordu. Ancak Biden’ın kimi eylemleri Trump dış politikasının devamı gibiydi. Biden, Çin’e karşı ticaret ve teknoloji savaşında yanına AB’yi de çekmek istiyordu ve Çin’i özellikle “teknoloji hırsızlığı” hususunda eleştiriyordu.  2018 yılında ABD Adalet Bakanlığı Ulusal Güvenlik biriminin başlattığı ve Çin’in ekonomik ve askeri gelişiminde katkısı olan akademisyen ve iş insanlarının “cezalandırılacağını” söyleyen “Çin Girişimi” Biden döneminde de devam ettirilmişti.

 

Biden yönetimi özellikle otomotiv, savunma sanayi, elektronik aletler gibi katkı payı yüksek alanlarda kritik öneme sahip yarı-iletken çiplerin üretilmesi konusuna önem veriyordu. Biden, bu çiplerin Amerikan icadı olmasına ve 30 yıl önce çiplerin %90’ının ABD’de üretilmesine rağmen günümüzde üretimin %75’inin Doğu Asya’da gerçekleştiğini söylüyordu. Biden, dünya çip üretiminde üçüncü olan Çin’in etki alanını sınırlamak adına çip üretimine 170 milyar dolarlık bir yatırım ön gören bir yasa geçirdi. 2021 yılında ise Çin’e, Uygur Türklerine karşı eylemleri nedeniyle yaptırımlar uyguladı.  

 

İki başkan arasındaki temel fark ton ve üslup farkıydı. Biden, Trump’ın sokak dilinin aksine daha resmi ve diplomatik bir ton takınıyordu. Bu ton farkını özellikle Çin kökenli Katherine Tai’nin Biden tarafından ABD Ticaret temsilcisi olarak atanması hamlesinde de görebiliyoruz. Öyle ki Tai, 2021 yılında yaptığı bir konuşmada amaçlarının Çin ile ticaret ilişkilerini yakıp yıkmak değil, sadece Amerikan ekonomik çıkarının savunulması olduğunu söylemiş ve bu konuda ortak görüşe sahip müttefiklerle iş birliği geliştirmeleri gerektiğini vurgulamıştı.

ABD, Biden döneminde özellikle Rusya’nın Ukrayna’ya girmesinden sonra Çin’e karşı yaptırımları artırdı. Rus savunma sanayisini destekleyen Çin şirketlerine, Wagner’e uydu bilgisi sağladığı söylenen Spacety şirketine yaptırımlar uyguladı ve ABD’li şirketlerin Çin menşeili çip kullanımına kısıtlamalar getirdi.

 

 

Biden’ın Büyük Sınavları: Ukrayna ve İsrail

 

Ukrayna, Biden döneminin en önemli konu başlığıydı ve savaşa karşı Rus yanlısı bir tarafsızlık takınan Çin’i bu konuda eleştiri yağmuruna tutuyordu. Savaşın patlak vermesinden bu yana Biden hükümeti Ukrayna’ya toplamda 74 milyar dolarlık destekte bulunmuştu. Hatta Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelensky de bir televizyon programında ABD desteği olmadan hayatta kalamayacaklarını belirmişti. Biden, Ukrayna’ya desteğin kesilmeyeceğini sık sık yinelerken 2024 başkanlık seçimleri Ukrayna için olan önemini koruyor. Trump’ın yeniden seçilmesi durumunda ABD’nin Ukrayna’yı Biden dönemindeki kadar desteklemeyeceği kesin. Öyle ki Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban, 2024 Mart ayında Trump ile gerçekleştirdiği bir görüşmenin ardından “Trump Ukrayna’ya bir kuruş dahi vermeyecek, böylece savaş bitecek” demişti. Putin ile diğer Amerikan başkanlarına kıyasla çok daha yakın bir ilişki kuran Trump, Beyaz Saray’a yeniden dönmesi durumunda savaşı 24 saat içinde çözüme ulaştıracağını söylemişti. Zelensky ise buna karşılık Trump’ı Kiev’e davet ederek bu ön gördüğü planı onunla paylaşmasını istemişti.

 

Ukrayna dışında uzun yıllardır ABD’nin Orta Doğu’daki en büyük müttefiki İsrail’e verdiği destek de 2024 seçimlerine giderken en önemli konulardan birini oluşturuyor. Joe Biden, Hamas’ın 7 Ekim’ de İsrail topraklarına düzenlediği saldırılar sonucu Gazze’de soykırıma varan misillemelerde bulunan İsrail’e ciddi bir destek sağlıyor. Her ne kadar bazı söylemlerinde İsrail’in saldırılarını yumuşatması gerektiğini söylese de BM Güvenlik Konseyinde yapılan ateşkes önergeleri uzun süre ABD tarafından veto edilmişti. İsrail’e destek her iki parti için de kabul görmüş bir dış politika olsa da Joe Biden 7 Ekim Saldırıları sonrasında özellikle partisinin sol kanadından ve demokrat seçmenlerden eleştiri almaya başladı. Üniversitelerde Filistin için gerçekleştirilen protestoların engellenmesi, öğrencilerin ve akademisyenlerin göz altına alınmaları da Biden’a İsrail konusundaki tepkileri artırmıştı. Trump ise bu protestocuları “Hamas sempatizanı, öfkeli deliler” olarak nitelendirerek onları tutuklayan polis memurlarını tebrik etmişti.

 

Trump, İsrail’in her şeyden önce “reklam” savaşını kaybetmemesi gerektiğini ve İsrail’in bir an önce “başladığı işi bitirmesi” gerektiğini söylemişti. Yani, her ne kadar hem Ukrayna hem de İsrail’e sağlanan ciddi finansman Trump’ın “Amerikalının parası Amerikalıya” politikasının tam zıt kutbunda konumlansa da Trump’ın kendi deyimiyle ABD tarihindeki en İsrail yanlısı başkanlardan biri olması nedeniyle yeniden seçilmesi durumunda ABD desteğinin devam etmesi muhtemel bir durum. Hatta, 7 Ekim’den sonra Trump sosyal medya hesabından bir video yayınlayarak “İsrail'i güvende tuttum, bunu unutmayın. Başka kimse bunu yapmayacak, kimse yapamaz.” demişti ve daha da ileri giderek seçilmesi durumunda Filistin’e sağlanan her türlü desteğin kesileceğini söylemişti. Bunun yanında Trump döneminde ABD’nin İsrail Büyükelçiliği görevini yapmış David Friedman ve Jared Kushner’ın söylemlerine baktığımızda Filistin Devletinin kurulmamasından İsrail’in Batı Şeria’yı ilhak etmesine kadar bazı planlar olduğu konuşulmuştu.

 

Trump Biden’ın suçlandığı Gazze soykırımı konusunu kampanyasında kullanmaktan da geri durmuyor. Bir mitinginde destekçilerinin “Soykırımcı Joe” sözlerine katıldığını söyleyen Trump, başkan olursa Gazze’deki durumu nasıl ele alacağı sorularına net cevap vermekten kaçınıyordu. Yani Trump, İsrail’i açıkça desteklese dahi bu konuda Biden’ın üstündeki baskının farkında olması nedeniyle, Gazze üstüne fazla yorum yapmamayı tercih ediyor gibi gözüküyor.

Özetle, ilk olarak Trump’ın ABD için hem dış politikada hem de dış politika söyleminde bir kırılmanın sembolü olduğunu söyleyebiliriz. Joe Biden'ın başkanlığıyla birlikte yeni bir yaklaşım görülse de Trump döneminin etkileri sürüyor. Trump’ın dış politikasını büyük oranda aynen devralan Biden’ın bir kez daha başkan seçilirse Amerikan dış politikasında büyük bir değişim bekleyemeyiz. Trump’ın yeniden seçilmesi durumunda ise Avrupalı müttefiklerin özellikle Ukrayna konusunda ABD’nin arkalarında Biden döneminde olduğu kadar durmayacaklarını bilmeleri güvenlik alanında onları yeni arayışlara itebilir. Gerek Ukrayna gerekse Gazze’deki savaşların bir an önce bitmesini isteyen Trump, Ukrayna savaşında Rusya’nın elini güçlendirebilir, İsrail’e sağlanan ABD desteği ise artış gösterebilir. Çin ile ilişkilerde ise, Trump’ın başlattığı ticaret savaşını daha da körükleyen Biden politikalarının devam edeceğini, hatta ikinci bir vites artırımına gidilebileceğini söyleyebiliriz. Dikkatlerin Gazze ve Ukrayna’da olduğu bu dönemlerde Trump’ın uluslararası arenada yeniden söz alması durumunda nelerin değişeceğini hep birlikte göreceğiz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

Comments


Son Eklenenler

bottom of page