top of page
Arın Toker

Türkiye’de Liberalizmin Tarihi

Kimilerince tuzu kuruluk, kimilerince liboşluk, kimilerince de ekonominin tek hâkimi olarak görülen liberalizmin, Türkiye’de nasıl bir hikayesi var? Liberalizm kimler tarafından hangi argümanlarla desteklendi? Liberalizm neden merkez sağ ve Kürt siyasi hareketi ile özdeşleştirildi? Cumhuriyetin kuruluş yıllarında yaşanan tartışmalar nelerdi?


Geçmişten gelerek liberalizmin iç tansiyonlarını ve düşünsel evrimini tarihsel gelişmelerle birlikte değerlendireceğiz. Erken cumhuriyet döneminden başlayarak liberalizmin geçirdiği dönüşümü, toplumsal realitede bulduğu karşılık üzerinden ve liberalizme gelen iç ve dış eleştiriler ışığında incelemeye çalışacağız.

Erken Cumhuriyet Dönemi

Cumhuriyetin ilk yıllarında liberalizm, adeta küfür gibi ayıplanan ve yok sayılan bir düşünceydi. Tek parti döneminin etkili isimlerinden Recep Peker, 1935 yılında yaptığı bir konuşmasında “Liberalizm vatan hainliğidir.” diyerek “liberalizm” kelimesinin ağza bile alınmaması gerektiğini ifade etmişti. Esasen Cumhuriyet’i kuran kadronun içinden bazı isimlerin böyle bir fikre sahip olması, dönemin hem iç hem de dış siyasal konjonktürüne göre tutarlı bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında liberal ekonomi modeli, kurucu kadronun gözünde uygulanabilir bir model değildir. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’ndan modern Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte ülkenin kalkındırılması ve gereken yatırımların gerçekleştirilmesi için yeterli bir sermaye birikimi mevcut değildi. Yani gerekli tarım, ulaşım, altyapı ve sanayi hamlelerini burjuva sınıfı olmadığından devlet üstlenmek durumunda kalmıştı. 1923-1929 arası dönemde İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar doğrultusunda devletin, özel sektörün olmadığı alanlarda piyasayı ve özel girişimi desteklemesi gerektiği şeklinde karma bir model benimsenmiştir. Ancak 1929 Ekonomik Buhranı sonrası ekonomide liberal görüş arka plana atılarak devlet, doğrudan fabrikalar açmak ve beş yıllık kalkınma planları hazırlamak gibi atılımlara başvurmuştur. Yani 1930 sonrası dönemde ekonomide daha devletçi bir politika kabul görmüştür.

Bu dönemde siyasi liberalizm de gerçekleştirilmesi mümkün olmayan bir vizyon olarak görülmekteydi. Çünkü Birinci Dünya Savaşı üzerine Millî Mücadelenin kazanılmasıyla kurulan modern cumhuriyet, ardı ardına yapılan Kemalist devrimlerin toplum nezdinde benimsenebilmesi için siyasi özgürlüklerin kısıtlanması pahasına devrimlerin korunması gerektiği düşüncesine sahipti. Cumhuriyetçi kadronun öncelikli hedefi, ülkede iç ve dış güvenliği sağlamak ve Kemalist devrimleri kalıcı hale getirmekti. Yani liberalizm, o zamanın şartları çerçevesinde rejim muhaliflerine karşı naif bir tutum olarak düşünülüyordu. Cumhuriyeti kuran kadroya göre liberalizm ancak gelecekte ulaşılabilecek bir hedef olarak görülmekteydi. Zaten 1930’lu yıllar Hitler ile Nazizm, Mussolini ile faşizm ve Stalin ile sosyalizm gibi daha otoriter rejimlerin popüler ve geçerli olduğu dönemlerdir.

Türkiye’de İlk Liberaller

Türkiye’de ilk liberaller, aslında bahsettiğimiz cumhuriyeti kuran Kemalist kadroların içinde yeşermeye başlayan küçük bir gruptur. Atatürk’ün önderliğinde İş Bankası’nın kurucuları olan Aferistler (Fransızca iş anlamına gelen affaire kelimesinden türemiştir) ve bankanın ilk genel müdürü Celal Bayar, devlet eliyle büyüyen burjuvanın ilk temsilcilerinden olmuşlardı. Eski İttihat ve Terakki üyelerinden olup, son dönem Osmanlı maliyesinde büyük reformlar yapan Cavit Bey de ekonomik liberalizmin ve hür teşebbüsün siyasi hürriyeti de beraberinde getireceğini düşünerek liberal görüşe daha bütüncül bir paradigma üzerinden yaklaşmıştır. Erken Cumhuriyet dönemindeki liberalizm tartışmaları, daha çok siyasi özgürlükler bağlamında ele alınmıştır. Ekonomik liberalizmi uygulamak küresel ekonomik şartlardan dolayı (1929 Dünya Ekonomik Krizi) zaten olanaksız olduğundan 1930’larda yalnızca siyasi liberalizm, liberal aydınlar için bir seçenek olarak düşünülebilirdi.

Cumhuriyetin ilan edilmesiyle birlikte meclis hükümeti sisteminin terk edilmesi, cumhuriyetin kurucu kadrosu içerisinde de birtakım huzursuzluklara sebep olmuştu. Kazım Karabekir, Rauf Orbay ve Ahmet Ağaoğlu gibi isimler kabine sistemine geçişi “halk egemenliği yerine vesayetçiliğin tercih edildiği” şeklinde eleştirmişlerdir. Ancak tek parti rejimi, cumhuriyetin sağlam temeller üzerine oturtulması ve devrimlerin kalıcı olmasını sağlamak hedefi taşıdığından halk egemenliğini tehlikeli bulmaktadır. Liberaller, gücün tek bir yerde özellikle de Mustafa Kemal Atatürk ve çevresindeki birkaç isimde toplanmasından rahatsızlık duyduklarını belirterek erken cumhuriyet döneminde aktif siyasetin dışında kalmışlardır.

1921-1924 Anayasa Tartışmaları

Anayasaları karşılaştırma ve anayasalar üzerinden mevcut siyasal düzeni anlamlandırma çabası hem akademik çevrelerde hem de siyasi arenada oldukça başvurulan bir yöntemdir. 1921 Anayasası; meclis hükümeti sistemi ile rejimin anahtarının parlamentoda olduğu, yasama ve yürütme erklerinin parlamentoda oluştuğu bir siyasi sistemi öngörmektedir. Halkçı bir söylemden beslenen 1921 Anayasası, yerellik vurgusuyla ve yerel yönetim birimlerinin işleyişine ayrıntılı yer veren bir anayasa olmasıyla dikkat çekmektedir. 1924 Anayasasında ise kabine sistemine geçilmesiyle yürütme gücü, meclis hükümeti sistemine nazaran bir üstünlük elde etmiş oluyordu. Üniter devlet vurgusunun gelişmesi ve tüm toplumu Türk üst kimliğinde birleştirme politikasının resmileşmesi ile ulus-devlet zihniyetinin en önemli çarklarından biri hayata geçirilmiş oluyordu. 1924 Anayasası ve sonrasında, Türk Devrimi için “Atatürk” üzerinden bir anlatı inşa edilmesi ve Ulusal Kurtuluş Savaşının halkın mücadelesinden ziyade Atatürk’ün liderliğine dayandırılması liberallerin eleştirilerinin odak noktası olmuştur. Bu sebeple günümüzde de kurucu anayasanın hangisi olduğuna dair tartışmalar devam etmektedir.

Cumhuriyetçi-Liberal Ayrılığı

Rejimin kurucu eliti; toplumun bilinç düzeyini yükseltmeyi ile toplumu hak, hukuk ve demokrasi gibi kavramlara hazırlamayı kendine misyon edinmiştir. Kurucu kadro, Tanzimat’tan beri Fransız entelijansiyanın etkisinde olan bir askeri sınıftan oluştuğundan dolayı birtakım değerleri topluma aşılamayı ve toplumu eğitmeyi öncelikli hedef olarak kendilerine belirlemişlerdir.

Liberallere göre ise toplum kendi haline bırakılmalıdır. Onlara göre Batı’yı modernize eden temel düstur bireyciliktir. Daha çok İngiliz muhafazakarlığından beslenen bu düşünce, toplumsal ilerlemeciliği bireycilikle paralel bir biçimde değerlendirmektedir. Cumhuriyeti kuranlar, siyasal yaşamın Türklük ve laiklik üzerine temellendirilmesini savunurken liberaller, Türklüğü ve laikliği toplumun bir bölümüne yönelik dışlayıcı bir yaklaşım olduğuna dikkat çekmişlerdir. Tam da bu noktada liberalizm, resmî ideolojiden dışlanan İslamcılık ve Kürt siyasi hareketi ile yakınlaşmıştır. Türkiye’de liberal politikayla sağ-muhafazakâr kesimin ilişkisi de buraya dayanmaktadır.

Aslında liberal aydınlar da cumhuriyetçiler de toplumun geri kaldığının ve dönüşmesi gerektiğinin farkındadırlar. Çünkü liberallerin öngördüğü toplumda hoşgörüden, demokrasiden, temel hak ve hürriyetlerden bahsedilirken 1930’ların toplumunun entelektüel kapasitesi ve siyasi katılım düzeyleri bu kavramların benimsenmesine olanak tanımamıştır.

Buna karşın liberal entelektüeller çözüm yöntemi konusunda bir anlaşmazlık içerisine düşmüşlerdir. Halide Edip Adıvar, toplumsal ilerleme konusunda iyimser bir bakışa sahip olduğundan toplumun ancak kendi haline bırakılırsa ilerleyebileceğini savunmuştur. Hüseyin Cahit Yalçın’ın başını çektiği milliyetçi liberaller olarak tabir edilebilecek bir grup, toplumun dönüşümünün, modernliği milliyetçilik temasıyla harmanlayarak mümkün olabileceğini savunmuşlardır. Ancak çok partili hayata geçişle birlikte kalkınma söylemi üzerine inşa edilmiş, girişimci ve serbest piyasacı merkez sağ anlayışı, Türkiye siyasetinde Menderes, Demirel, Özal ve Erdoğan ile yerleşecek bir siyaset geleneği haline gelmiştir.

Menderes Dönemi

Dörtlü Takriri veren ve Demokrat Parti’nin kurucuları arasında yer alan Adnan Menderes, genç ve parlak bir siyasetçi olarak Meclis’te yaptığı konuşmalarda CHP’ye vesayetçi olduğu, din ve vicdan özgürlüğünü tesis edemediği ve siyasi özgürlükleri kısıtladığı gibi liberal eleştiriler getirerek halkın önemli bir kesiminden destek toplamıştı. Ekonominin devletleştirilmesini eleştiren Menderes, serbest teşebbüsün Türkiye’nin kalkınmasında birincil rol oynayacağını savunmuştur.

Demokrat Parti ve Menderes dönemiyle beraber Türkiye, çok partili hayata geçişin ve iktidar değişikliğinin yanında Batı bloğu ile yakınlık kurmuş ve Kore Savaşı’na asker göndererek NATO’nun daimi üyelerinden biri olmaya hak kazanmıştır. Türkiye’nin Batı bloğunda yer alması, liberalizmin kendisini güçlendirmese bile komünizm karşıtı tutumun ve serbest piyasacı bir mantığın Türkiye’ye oturmasına zemin hazırlamıştır. Ayrıca ABD’den gelen Marshall yardımlarıyla beraber traktör sayısı hızla artmış ve tarımsal üretim miktarı artmıştır.

Zaman içerisinde liberalizmle özdeşleşme yoluna giren Türkiye’de merkez sağ, muhalefetteyken liberal eleştiriler yaparken iktidara geldiğinde demokrasiyi ayak bağı görmeye başlamıştır. Bunun ilk çarpıcı örneğini de Menderes’te ve DP iktidarında bulmak mümkündür.

Menderes, demokrasiyi yalnızca seçim ve milli irade ile sınırlı bir biçimde yorumlarken DP’yi ve kendisini toplumun tek temsilcisi olarak görmüştü. Halkın iradesinin liderde var olduğuna inanan, daha çok oy alan partinin ve liderinin her şeyi yapmaya muktedir olduğuna dair bir görüşü sahiplenmişti. Yasamanın, yürütmenin ve hatta yargının bile tek bir erkte toplanması gerektiğini, halk egemenliğinin ancak bu şekilde tesis edilebileceğini savunan, demokrasiyi yalnızca oy vermeye indirgemeci bir anlayışı temsil etmişti. Her fırsatta CHP iktidarını bürokrasiye fazla alan açmakla ve kalkınmaya yeterince önem vermemekle suçlayan Menderes, iktidara gelince pek çok karayolu ve baraj inşaatı gerçekleştirmiş ve topluma kendini iş bitirici bir figür olarak lanse etmişti.

1954 Seçimlerinde elde edilen büyük başarıyla birlikte muhalefete baskısını daha da artıran Menderes, birtakım İslamcı yazarları destekleyerek İslam ile demokrasinin birlikte var olabileceğinin, İslam kültürünün demokrasiyi pekiştireceği düşüncesinin yayılmasına çaba göstermişti. 1954 sonrası dönemde Menderes’in CHP’lilere karşı baskıcı tutumu (CHP’nin mallarına el konulması, Tahkikat Komisyonu), üniversite öğrencilerinin protestolarına küçümseyici yaklaşımı, politik söylemini İslami ögelerle beslemesi gibi durumlar, liberal görüşten koparak otoriterleşme eğilimi gösterdiğini ortaya koymaktadır. DP iktidarı, ekonomik liberalizm kısmen var olsa da siyasi liberalizmi her zaman beraberinde getirmediğini kanıtlayan bir dönemi sembolize etmektedir.

1960’lı Yıllar

1960’lı yıllarda merkez sağın temsilcisi Süleyman Demirel olmuştur. Fakat Demirel’den bahsederken liberal bir siyasetçi olarak değil pragmatist olarak bahsetmek daha doğrudur. Dönemin koşullarına göre hareket eden ve kendini devlet adamı olarak niteleyen Demirel, liberal vurguyu daha çok serbest piyasa üzerinden yapmaktadır. Tıpkı Menderes gibi kalkınmacı söylemi benimseyen Demirel; Boğaziçi Köprüsü, Keban Barajı, Ereğli Demir Çelik İşletmeleri gibi büyük yatırımlara imza atmıştır. Ancak Demirel’in siyaset yaptığı yıllar, 1960-1980 askeri darbeleri arasında olup askeri rejimin siyaseti sınırladığı bir döneme denk gelmiştir. 1970’li yılların en popüler siyasetçilerinden biri olan Süleyman Demirel, tüm dünyada Keynesyen ekonominin hâkim olduğu, dünyanın Soğuk Savaş nedeniyle iki kutba ayrıldığı bir dönemde iktidara geldiği için benimsediği konjonktürel ve pragmatist siyaset anlayışıyla ekonomik ve politik liberalizmi uygulama imkanı bulamamıştır.

1961 Anayasası sonrasındaki yeni siyasal sistemde, sosyal hakların genişletilmesi ve planlı ekonominin devlet politikası haline gelmesiyle 60’lı yıllarda liberalizm, daha çok sosyal liberalizm olarak karşılık bulmuştur. Şerif Mardin ve Coşkun Kırca gibi isimlerin yazdığı Forum dergisi, DP’nin köylü popülizmini ve DP’yi özel teşebbüsü desteklemek yerine devlet kapitalizmi yarattığı şeklinde eleştirmiştir. Forum dergisi; başta laiklik olmak üzere cumhuriyetin temel değerlerinden, kuvvetler ayrılığından ve hukukun üstünlüğünden bahsederken bir yandan da 1961 Anayasası ile siyasal yaşama dahil olan sosyal devlet olgusunu savunmuştur. O dönemde sol hareketin güçlendiği de göz önünde bulundurulduğunda liberal aydınlarda daha çok sosyal liberal anlayışın karşılık bulması doğal kabul edilebilir. Liberal aydınlar, 1980’e kadar sosyal liberal görüş etrafında toplanarak eleştirilerine devam etmelerine karşın 1980 sonrasında neoliberal akım, sosyal liberalizmi sola kaydığı için eleştirecektir.

Özal Dönemi

1980’e geldiğimizde Türkiye; siyasal, ekonomik ve sosyal anlamda bir kabuk değişimine girmiştir. Bu yeni dönemin iki temel taşı 12 Eylül Darbesi ve 24 Ocak Kararları olarak karşımıza çıkmaktadır. Darbe öncesinde Süleyman Demirel’in başbakanlığında kurulan hükümette Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) Müsteşarı olan Turgut Özal, Başbakanlık Müsteşarlığına atanmasıyla siyaset sahnesinde adını duyurmuştu. Bu dönemde Özal, 24 Ocak Kararlarını hazırlayarak Türkiye’ye yepyeni bir ekonomik modeli tanıtmış ve yeni bir vizyon vaat etmiştir. 12 Eylül Darbesinden sonra da ekonominin dümenine getirilen Özal, cuntanın sağladığı hareket kabiliyeti ile Türkiye’yi dönüştürmeye başlamıştı. 1980 itibariyle dünyada da neoliberal siyaset ağırlık kazanmaya başlamış, refah devleti arzusu yerini serbest piyasanın özgürlükçü idealine bırakıyordu.

Yani bütün dünyada sağ ideolojinin kabuk değiştirdiği yıllarda Türkiye’de de bu değişimin mimarı Turgut Özal olmuştu. Özal, siyasete “teknokrat” tipi bir yaklaşım getirmiş ve toplumun sorunlarını rasyonelleştiren politikalar gütmüştür. Neoliberalizmin piyasacı zihniyetini topluma ve siyasi yelpazenin her yerine aşılama hedefiyle Türkiye’ye yeni bir paradigma sunmuştur. 1970’lerde sağ-sol çatışmasının içinde kalan Türkiye’nin potansiyelinin altında kaldığını düşünen Özal’ın ideali; küreselleşen, şehirleşen, zenginleşen ve teknolojik gelişmeleri takip eden bir Türkiye yaratmaktı. Küresel piyasalara entegre olan, döviz serbestliğini sağlayan, toplumu tüketime iştahlandıran, ithal ikameci modelden neoliberal modele geçen bir ülkeyi savunmuştu. Özal’a göre devletin gücü, ekonomiye müdahalesini minimize etmesiyle ölçülmelidir. Girişimci ruhun teşvik edilerek bireysel özgürlüğün de bu şekilde topluma sirayet edeceğini savunmuştur. Özal, siyaseti ve fikirleri de her zaman bir piyasa gibi görmüştür. Kürt Meselesinin açıkça tartışılması gerektiğini söyleyerek toplumun bir bölümünün rahatsız olacağı şeyleri dile getirmesiyle birlikte ideolojik bir dönüşümün de öncüsü olmuştu.

Ancak liberal doktrinin temel düsturlarından biri olan devletin ekonomide hakem görevi gören, hukuk yoluyla piyasayı regüle eden bir devlet anlayışı Özal’da bir eksiklik olarak dikkat çekmektedir. Örneğin 1980 sonrası bankacılığın, kredi sisteminin ve faizin toplum tarafından benimsenmesine ve ekonomide önemli rol oynamasına karşın bankacılık sistemini denetleyici ve düzenleyici mekanizmalar hayata geçirilmemiştir. Serbest piyasa teorilerini temellendiren piyasa regülasyonu gibi hukuk yoluyla yapılması gereken denetimlere yeterince önem verilmemiştir. Bu dönemde, devletin kurumsallığını ve bürokrasiyi geri planda tutarak dönüşümün hızlanacağına dair serbest piyasayı yalnızca doğrudan zenginlikle ve özgürlükle ilişkilendirerek yine indirgemeci bir anlayış hakim olmuştur.

İkinci Cumhuriyetçiler

Özal sonrası Türkiye siyasetinde liberalizm, birkaç fraksiyona bölünerek farklı siyasi düşünce gelenekleri tarafından sahiplenilmeye başlanmıştır. Çetin Altan’ın oğulları Ahmet Altan ve Mehmet Altan’ın öncülüğünde toplanan İkinci Cumhuriyetçiler, mevcut cumhuriyetin Kemalist vesayetçi yapısına (bu eleştiri daha çok askeri vesayete yönelik) ciddi eleştirilerde bulunmuşlardır. 1980’lerin sonundan itibaren toplumsal tabanda karşılık bulmaya başlayan Kürt siyasetinin daha fazla alan bulmasını ve toplumsal taleplerin göz ardı edilmemesi gerektiğini savunmuşlardır. Mehmet Altan’ın, Kemalist Devrimin demokratik ve çoğulcu özellikte olmadığı, halk egemenliğine değil bürokrasiye ve ordunun üstünlüğüne dayalı olduğu görüşü, bu topluluğun en önemli savlarındandır. İkinci Cumhuriyetçiler, sivil siyaset üzerindeki ordu vesayetinin yok edilmesi, rejimin bürokratik yapısının ve devletçi ekonomi anlayışının değişmesi gerektiğini savunmuşlardır.

Liberal Düşünce Topluluğu

Atilla Yayla’nın öncülük ettiği bu topluluk, çağdaş Batı medeniyetini oluşturan piyasa ekonomisi; insan hakları, özgürlük ve adalet gibi değerleri topluma benimsetmeyi kendine hedef olarak koymuş ve Türkiye’nin güncel problemlerine de liberal ilkeler doğrultusunda çözümler getirmeyi amaçlamıştır. Atilla Yayla, 90’lı yılların ekonomik modelinin işsizliği ve enflasyonu kalıcı hale getirdiği eleştirisinin yanı sıra liberal kapitalizmin hayata geçirilmeden politik liberalizmin de sağlanamayacağını düşünmektedir. Liberal Düşünce Topluluğu ise 2010’lu yıllarda AK Parti’ye mesafe konusunda bir bölünmeye giderek içinden Özgürlük Araştırmaları Derneği’ni doğurmuştur.

90’lı Yıllar

90’lı yıllar, Kürt siyasetinin siyasi elitler arasında bir tartışma konusu olmaktan çıkıp sosyal bir meseleye dönüştüğü dönemi çağrıştırmaktadır. Bu dönemde PKK faaliyetlerinin yoğunlaşması, anadilde eğitim tartışmalarının başlaması ve bir yandan Refah Partisi’nin yükselişi ile rejimin siyasal İslam’a karşı tutumu, liberal görüşlerin yeşermesine neden olmuştur.

1994’te Cem Boyner’in liderliğinde Yeni Demokrasi Hareketi, Etyen Mahçupyan ve Kemal Derviş gibi sermaye çevrelerinde tanınan kişilerin kurduğu bir partidir. Yeni Demokrasi Hareketi; Avrupa Birliğine entegrasyonu savunan, Kürt Meselesine daha ılımlı ve özgürlükçü bir yaklaşımla yola çıkmıştır. Birtakım sanayici, iş adamı, yazar ve akademisyenin de desteklediği bu parti, 1995 Genel Seçimlerinde yalnızca yaklaşık 130 bin oy alınca kapatılmıştır. Bir diğer liberal oluşum ise Besim Tibuk’un liderliğinde kurulan Liberal Demokrat Parti olmuştur. Besim Tibuk’un kendine özgü tarzıyla yaptığı güçlü çıkışları, özellikle genç kuşaklarda kısmen etki yaratsa da oy oranlarına yansımamıştır.

Erdoğan Dönemi

2002’de AK Parti’nin tek başına iktidara gelmesi, Türk siyasetinde sarsıcı bir etki yaratmıştır. Erdoğan, kendini her fırsatta Menderes ve Özal gibi liderlerin devamı olarak görerek merkez sağ geleneğin gücünü kendi siyasi söylemine bir meşruiyet zemini olarak kullanmıştır. Millî Görüş geleneğinden gelen Erdoğan, Milli Görüş gömleğini çıkarıp muhafazakar demokrat gömleğini giydiğini savunarak merkez sağ geleneğin devamı olma iddiasında bulunmuştur. AK Parti; küresel piyasalara entegre olma, kamu işletmelerini özelleştirme, Avrupa Birliği müzakerelerini devam ettirme gibi adımlar atarak bazı neoliberal politikalar yürütmüştür. Fakat Erdoğan, hiçbir zaman kendi politik söylemini liberallik üzerine kurgulamamış ve muhafazakâr demokrat kimliğini benimsemiştir. Çünkü liberal görüş, sekülerizm ve rasyonalizm gibi kavramlardan beslenirken AK Parti iktidarı, demokratlık kimliğiyle demokrasiyi tıpkı Menderes gibi seçim ve milli irade kavramlarıyla sınırlı bir rejim olarak değerlendirmiştir. AK Parti iktidarı, Müslümanlığın çoğunlukta olduğu bir ülkede dinin kamusal alanda var olmasını sağlayacak bir siyaseti adapte etmeye çalışmıştır. Yani Demokrat Parti’den gelen milli iradeci ve demokrasiyi seçimle sınırlı görme refleksi Erdoğan’da da karşılık bulmuştur.

AK Parti iktidara geldiğinde en büyük vaatlerinden biri olan AB müzakereleri, liberallerin AK Parti’ye sıcak bakmasına sebep olmuştur. Kürt siyasi hareketine ve Kıbrıs meselesine geçmiş hükümetlere göre ılımlı yaklaşımları, 27 Nisan e-muhtırası sonrası askeri vesayete karşı mücadele edilmesi, liberallerin AK Parti ile kaynaşmasını sağlamıştır. Askeri vesayetin Türkiye’nin kronik bir sorunu olduğunu ve bunun ülkenin ilerlemesine ve kalkınmasına engel olduğunu düşünen bazı liberaller, AK Parti’nin Ergenekon sürecine de destek vermişlerdir. 2010 Referandumunda “darbe anayasasından kurtulma” vaadiyle anayasa değişikliğini halka sunan Erdoğan’a yine liberal kesim, askeri vesayetle mücadeleden dolayı destek vermiştir. 2010 sonrası AK Parti’nin daha İslamcı ve muhafazakâr yapıyı korumak maksatlı ekonomik ve sosyal politikalara yönelmesiyle (sosyal yardımlar) liberallerin AK Parti’den uzaklaştığı görülmektedir. Bu süreçte askeri vesayetle mücadele edilse de Ergenekon ve Balyoz süreçleriyle ilgili yaşanan hukuksuzluk tartışmaları ve AK Parti-Gülen Cemaati ilişkisi hakkında çıkan iddialar, liberallerin AK Parti ile aralarına mesafe koymalarına neden olmuştur.

Liberalizm Şu An Ne Durumda?

Liberal düşünce, 90’lı yıllardan beri özellikle genç kuşaklar arasında tartışılan bir siyasi görüş. Mevcut devlet yapısının müdahaleci ve otoriter tutumu, gençlerin kavramsal olarak devlet hakkında negatif fikirleri olmasına yol açıyor. Devlete kutsallık atfeden siyasetin, özellikle gençlerde çok da karşılık bulamadığı görülmektedir. İnternetin yaygınlaşması ve globalleşme de bireyci düşünceyi ve liberalleşmeyi normalleştirmektedir. Şu anda liberalizm içerisinde klasik liberaller olarak tarif edilebilecek bir grup, liberalizm tartışmalarını sadece serbest piyasa ve devletin ekonomideki rolü olarak sınırlarken bir diğer grup olan ilerici liberaller de iklim sorunları, LGBT hakları, hayvan hakları gibi meselelerin siyasetin konusu olması gerektiğini düşünmekteler.

Özetle, Türkiye siyasetine tarihten bugüne baktığımızda liberalizm, her siyasi görüşe sirayet etmiş, her görüşü dönemsel olarak belli argümanlarla desteklemiş ancak hiçbir zaman kendi öz yapısını oluşturmamıştır. Dolayısıyla Türk siyasi tarihinde salt bir liberal gelenekten söz etmek yerine başka siyasi akımların içerisinde var olabilmiş, fraksiyonlara bölünmüş bir liberal düşünce mirasından bahsedilebilir.

Kaynakça:

Kendini Arayan Türkiye – Cüneyt Ülsever

The Özal – Mehmet Ali Birand ve Soner Yalçın

Cereyanlar, Liberalizm bölümü – Tanıl Bora

Liberalizm-Muhafazakarlık Sarkacında “İnformel” Bir Demokrat: Turgut Özal’dan Kalan – Ahmet Yıldız

Comments


Son Eklenenler

bottom of page