top of page
Tan Berk Akı

Kritik: İslam Gelişmeye Engel mi?

Günümüzde dünyanın %20’sini kapsayan Müslümanlar ekonomik, siyasi ve kültürel bir kriz içerisinde. Peki bu, İslam’dan kaynaklanıyor olabilir mi? Bu meşakkatli ve tartışmalı konu, sosyal bilimcilerin de gündemini meşgul ediyor. Örneğin birçok İslam ülkesinin otoriter bir rejimle yönetilmesinin arkasında İslam dininin baskıcı doğası olduğu öne sürülebilir mi? Kimi araştırmacılarsa özcü analizlerden ziyade İslam’ın doğuşuna gelişimine odaklanıyor. Hristiyanlığın aksine bir devletle beraber doğan İslam, bu sebeple daha müdahaleci ve otoriter bir din-devlet yapılanmasına mı gitmiştir? Yoksa, cevabımızı 12. Yüzyılda mı aramalıyız? İslam İmparatorluğu genişlemenin maksimum sınırına yaklaşmasıyla beraber ekonomik ve siyasal bir bozulmaya uğramış olabilir. Aynı zamanda İslam İmparatorluğu içinde Şiiler ile Sünniler arasındaki rekabet ve çatışmanın da baş göstermesi bir diğer önemli etken olarak yorumlanabilir. Ya da 12.yüzyılda gerçekleşmiş başka bir kritik olaya, yeni kurulan Selçuklular’a mı odaklanmak gerekiyor?. O dönem umarra(yönetici) ve ulema (din sınfı) arasında bir ittifakın kurulması, din alimlerinin özgürlük ortamını kaldırmış oldu ve sonucunda bilimin ilerleyişi yavaşladı.Bu, İslam’ın uzun dönemde Coğrafi Keşifler, Rönesans ve Sanayi Devrimi gibi Batı’nın yaşadığı kritik dönemeçleri yaşamaması demekti. Ya Batı’daki burjuva sınıfı? Timur Kuran’sa merceğini İslam hukukuna çevirerek gelişmemenin sebeplerini burada arıyordu. İslam Gelişmeye Engel mi? videomuzda Mehmet Yaşar Altundağ bu dolambaçlı yollardan gelerek sorduğumuz sorunun cevabını aramıştı.

ODTÜ Tarih bölümü doktora ve Hacettepe Fransızca Dili ve Edebiyatı lisans öğrencisi Tan Berk Akı, Nasıl Kalkındılar içerisinde yayınladığımız İslam Gelişmeye Engel mi? videosuna eleştirel bir yazı kaleme aldı.

*******


Bu kadar güzel ama bir o kadar da karmaşık bir konuyu farklı açılardan ve oldukça geniş bir literatür ile açıklamışsınız. Buradaki « Neden ‘Batı’ gelişti? » veya « Neden ‘Doğu’ geri kaldı? » gibi bir karşılaştırmaya verilebilecek materyalist cevaplara ek olarak gözden kaçırılmaması gereken üç argüman da ben eklemek istiyorum izninizle:

Bunlardan birincisi coğrafi determinizm. Bunu « Coğrafya kaderdir. » gibi klişeleşmiş bir laf olarak söylemiyorum. Coğrafi konum jeopolitik olarak bir devlete iyi bir avantaj sağlıyor. Büyük Britanya’yı örnek alalım. Sadece bir ada ülkesi olması onu hem Doğu ülkelerinden, hem de Batı Avrupa ülkelerinden oldukça üstün bir konuma getiriyordu. Sadece güçlü bir deniz gücüne sahip olduğu sürece kendini neredeyse bütün savaşlardan koruyabiliyordu. Avrupa ülkeleri sürekli savaşlarla boğuşurken ve o büyük savaşlar sonrası toparlanmak zorunda kalırken, Büyük Britanya İkinci Dünya Savaşı’na kadar kendi topraklarında uzunca bir süre hiç istila görmedi. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nda savaş uçaklarının kullanılmaya başlamasıyla ciddi bir zarar görmeye ve artık o coğrafi avantajı kaybetmeye başladı.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da benzeri bir avantaja sahip olan ABD’nin yükselişini göreceğiz. Bu ülkenin kendi topraklarında yaşadığı tek savaş, Pearl Harbor Saldırısı’nı saymazsak, Amerikan İç Savaşı. İkinci Dünya Savaşı’nda ABD, Büyük Britanya da dahil olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinin aksine hiç Nazi Almanyası’nın işgaline uğramadı ve dolayısıyla İkinci Dünya Savaşı’nda en karlı çıkan ülke olarak savaş sonrası dönemde Batı’nın Sovyetler Birliği’ne karşı dik duran tek büyük gücü oldu. Üstelik artık yeni savaş dinamiklerine de kendini adapte etmiş, dünyanın en büyük hava gücüne sahip olduğu gibi NATO aracılığıyla da neredeyse her noktada bir askeri üssü bulunmakta.

Unutulmaması gereken ikinci materyalist sebep ise geride kalmışlığın vermiş olduğu girişimcilik diyebileceğimiz bir şey de var. Stanford Arkeoloji’den Ian Morris bu argümanı « Why the West Rules? – For Now (Türkçe’ye « Batı Neden Dünyaya Hükmediyor: Şimdilik » adıyla çevrildi) » kitabında Batı’nın, özellikle Büyük Britanya’nın, geride kalmışlığının onu başarıya ulaştırdığını söyler. Kitap biraz metodolojik açıdan problemli bir kitap olsa da (eski çağ uygarlıklarının bir şekilde Sosyal Kalkınma Endeksini ölçüp günümüz modern uygarlıklarla ve günümüz devletleri ile kıyaslıyor, sanki eski dönemde sosyal devlet varmış gibi) Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Çin İmparatorluğu’nun ekonomiyi domine etmesi sebebiyle geride kalan Batı devletleri bir şekilde ayakta kalabilmek ve hatta daha güçlü olabilmek için coğrafi keşifleri yaptığını ve bu sayede büyük denizaşırı imparatorluklar kurabildiğini söylüyor.

Yoksa Çin İmparatorluğu’nun 15. yüzyılda yeni kıtaları keşfedecek deniz gücü vardı ama buna hiç ihtiyaç duymadı çünkü kendini zaten ekonomik olarak en üstün imparatorluk olarak görüyordu. Benzeri şeyi Osmanlı için de söyleyebiliriz. Matbaanın geç gelmesinde de Emrah Safa Gürkan benzer bir argüman kullanır. Osmanlı’da matbaanın oluşması için bir ihtiyaç veya talep yoktu. Zaten imparatorluğun büyük bir kısmı okuma-yazma bilmiyordu. Dolayısıyla kitap basılsa okuyacak insan sayısı pek yoktu.

Son olarak da Immanuel Wallerstein, Theda Skocpol veya Giovanni Arrighi gibi tarihsel sosyologların özellikle altını çizdiği gibi sosyal yapıların oluşmasında ve geçirdiği dönüşümlerde tarihselliği de göz ardı etmemek gerektiği kanısındayım. Bir devlette burjuva nasıl gelişiyor ve daha sonra nasıl gücü ele geçirip kapitalist sistemi mevcut bir norm haline getiriyor ve toprak ağalarını (aristokrasiyi) nasıl ekarte ediyor, buna bakmak önemli. Örneğin Ulrich Wehler’in « The German Empire, 1871-1918 » kitabını ele alalım. Burada Almanya diğer Batılı ülkeler gibi bir ulusal burjuva devrimi yaşamadığı, onun yerine daha farklı bir patikaya gittiğini söylüyor.

Normalde Batı ülkeleri bir burjuva devrimi yaşarken ve feodal toprak ağası sınıfı siyasi gücünü kaybederken; gerek İngiliz Devrimi, gerek Fransız Devrimi, gerekse Amerikan İç Savaşı, Almanya’da tam tersine Otto von Bismarck aracılığı sayesinde burjuva ile toprak ağası çatışmaktansa bir çeşit ittifaka giriyor ve ortak düşman olan Sosyal Demokratlara karşı anti-Semitizm, anti-socialism ve anti-Katolisizm üzerine kurulu bir ideolojik entegrasyon sağlanıyor ki bu da Almanya’da hem otoriter bir devlet yapısını oluşturuyor, hem de aslında Nazizme giden yolu açmış oluyor. Benzer bir argüman belki Amerikan İç Savaşı için de yapılabilir. Eğer Abraham Lincoln savaşın çıkmasına engel olmak için orta yolu bulabilseydi ve Güneyli köle sahibi toprak ağaları ile Kuzeyli burjuvaziyi uzlaştırabilseydi elimizde demokrat ve liberal bir ABD değil, daha çok faşizme yakın ve oldukça otoriter bir ABD olacaktı.

Buradaki tarihselliği tabi uluslararası ilişkiler bağlamında da ele almak lazım, sadece devletlerin kendi iç dinamikleri bağlamında değil. Bunu yaparken de emperyalizm faktörünü unutmamak gerekiyor. Soğuk Savaş döneminde birçok ‘Üçüncü Dünya’ devleti kendi yolunu çizmeye çalıştı ama Soğuk Savaş’ın büyük güçleri tarafından kendilerine sürekli müdahale edildi. Özellikle burada en güzel örneği Latin Amerika’dan verebiliriz. Guatemala’da, Brezilya’da ve Şili’de komünizm geliyor veya komünizmle işbirliği yapan sol ulusçu rejimler kuruluyor diye ABD’nin desteklediği darbeler yapıldı sırasıyla 1954, 1964 ve 1971 yıllarında. Buralarda kurulan otoriter rejimler sadece ekonomik olarak zarar vermedi, oradaki toplumda derin yaralar açtı ve şu an bu ülkeler demokrasi mücadelesi verirken bu ABD destekli cuntaların açtığı yaraları sarmaya çalışıyor. Üstelik halen günümüzde de ABD’nin reddedilemez baskıları var hemen hemen bütün Latin Amerika ülkelerine.

Benzer bir şekilde Türkiye’de de 1980’de darbe oldu. Burada direk ABD’nin desteği var mı yok mu elimizde sert bir kanıt yok, ama bir NATO ülkesinin askerlerinin kendi başına hareket etmediklerini tahmin edebiliriz. Darbe emri gelmediyse bile darbenin ABD’den mutlaka haberi vardır ve darbe olduktan sonra da ABD de, birçok ‘Batı’ ülkesi de Kenan Evren rejimini destekledi. Komünizm geliyor, sağ-sol çatışması var, hükümet kurulmuyor bahaneleriyle iki senelik otoriter bir rejim ve o rejimi kurumsallaştıran bir anayasa geçti bu ülkeden. Ve şu anda aşırı milliyetçi, militarist ve dini endoktrinasyon üzerine kurulu eğitim sistemimizden seçim barajına, konuşma özgürlüğünün kısıtlanmasından ve insan haklarının yok sayılmasından YÖK’ün varlığı ve rektörleri cumhurbaşkanı onayıyla atamasında kadar günümüzde yaşadığımız birçok sorun bu tarihimizde yaşadığımız o kara olaydan kaynaklanan bir şey. 2020 yılında bile halen bu enkaz ile uğraşıyoruz.

Yani kısacası her ülkenin gelişmesine sebep olan koşullar da aynı değil ne yazık ki. ‘Batılı’ olmayan ülkelerin geri kalmasında hem ‘Batılı’ ülkelerin kolonyalizmi, hem de Soğuk Savaş’ta ortaya çıkan neo-kolonyalizmi etki ediyor ister istemez. ‘Batı’ ülkeleri rahat rahat Soğuk Savaş döneminde zaten var olan zenginliklerine zenginlik katarken, ‘Batılı’ olmayan devletler büyük güçlerin üzerinde nüfuz yarışına girdiği satranç tahtasıydı. Kısacası bu yarışta eşit koşullarda olmuyorlar bir süreden sonra. Ahistoric (tarihselciliği dışlayacak) bir şekilde sadece kültüre veya materyalist sebeplere bakmamak gerekir diye düşünüyorum.

Şahsen ben genel olarak materyalist sebeplerin daha öncelikli olduğunu düşünen birisiyim ama kültürel faktörleri de reddetmemek lazım diye düşünüyorum. İslam dininin içeriği hakkında pek bir bilgim yok, o sebeple İslam ne emrediyor, ne söylüyor tartışmalarına girmem doğru olmaz. O kısım benim uzmanlık alanım değil. Fakat şunu da unutmamak lazım, kültür asla tek tip bir şey değil. Videoda da bahsettiğiniz gibi tek bir İslam kültürü yok bir sürü farklı İslam kültürü var. Hatta şeriat olan Körfez ülkelerine gittiğinizde bile kanunların bir ülkeden ötekine değiştiğini görebilirsiniz. Halbuki kanunları yaratırken referans aldıkları kitap aynı kitap. Benzer bir şekilde daha önceden de Pakistan ve Bangladeş gibi İslam cumhuriyetlerinde normalde kafamızdaki İslam düşüncesi ile hiç uyuşmayacak, “Hijra” adıyla bilinen trans bireylerin toplumda bulunduğundan bahsetmiştim.

Ayrıca kültüre özcü bakışlar da oldukça yanlış. Kültür sabit bir şey değil, sürekli değişen bir şey. Bugün İslamcıların asla uzlaşmaz olduğumuz şeyler geçmişte kabul edilebilir şeyler olabiliyor ya da tam tersi. Örneğin günümüz İslamcıları asla eşcinsellikle uzlaşamaz görülüyorlar ama Osmanlı İmparatorluğu’nda eşcinsel ilişkiler gayet sıradan bir olaydı. Zenne ve Köçek gibi hiç günümüzdeki toplumsal cinsiyet kalıplarına uymayan dans sanatı vardı. Hatta içkiye bakış çok olumsuz değil, esrar ise tamamen yasal bir şeydi. Bu günümüzde dinen haram, yasak gözüken iki ürün de birçok padişahın, diğer bir ünvanı İslam Halifesi olan kişilerin, tükettiği ürünlerdi.

Edward Said’in de « Orientalism » kitabındaki argümanlar videoda çok güzel özetlenmiş. ‘Batı’ medeni, varlıklı ve rasyonel olarak yüceltilirken, ‘Doğu’ tam tersine barbar, fakir ve irrasyonal olarak yansıtılıyor. Fakat, kitapta Said bunu özellikle Batı’nın emperyalizmin meşrulaştırılması için yaratılmış kavramlar olduğunun, gerçek veya doğal olmadıklarının altını çiziyor. Batılılarca kimi zaman bilinçli bir şekilde devlet propagandaları ile, kimi zaman da bilinçsiz bir şekilde edinilmiş önyargılarla tekrar tekrar üretiliyor. Burada önemli nokta emperyalizmin sadece sert güç (hard power) kullanarak askeri işgal ve ekonomik bağımlılıkla değil, aynı zamanda yumuşak güç (soft power) kullanarak yani kültüre ve hatta dile etki ederek bu emperyalizmi uyguladığı. Bu kullandıkları yumuşak güç sayesinde kendi kolonizasyon politikalarını « barbar toplumları medenileştirme görevi » olarak meşrulaştırırken, kolonize edilmiş toplumların da direnişlerini kırıyorlar.

Edward Said’in Post-Colonialism perspektifinden etkilenen Güney Asyalı akademisyenlerin öncülük ettiği Subaltern Studies (Madun Çalışmaları) ekolü bunu daha da ileriye götürerek Batı’nın kolonyal kavramları ile düşünmekten kaçınıp, kendi kavramları ile bir anti-emperyalist yaklaşım oluşturmaya çalışırlar. Onlara göre ancak bu şekilde Batılıların yarattığı elitist ve Avrupa merkezci (Eurocentric) anlatılardan kurtulabiliriz. Unutmamak gerekir ki bu oryantalist bakışı sadece Batılılar değil, Batı’nın kolonize ettiği toplumlar da aldıkları eğitim ve maruz kaldıkları kültürel emperyalizm sebebiyle de ister istemez benimsemiş durumdalar. Örneğin Hindistan ve Pakistan’da bu iki ülkenin kuruluşunda yer alan Mahatma Gandhi, Cevahirlal Nehru ve Muhammed Ali Cinnah da Said’in bahsettiği tipte bir oryantalist bakışa sahipti. Kendi toplumlarını geri kalmış görüyor ve farklı kültürleri anlamak veya anti-emperyalist bir tavır takınmak yerine bir Batılı ulus devlet modelini benimsiyor, sürekli bir savaş zihniyetinde aşırı derecede militaristleşiyor ve milliyetçileşiyor, hızlı bir şekilde endüstriyelleşme ve hatta mümkünse emperyalist bir devlet olma arzusu taşıyor. Bu da Subaltern Çalışmaları ekolüne göre koloniden kurtulup bağımsızlığını kazanmış bu devletler sadece kendilerini sömürmek için yaratılmış emperyalizmin bakış açısını benimsemekle kalmıyor, aynı zamanda o emperyalizmin yarattığı toplumdaki bölünmüşlüğü daha da derinleştirdiği gibi onlara bir çözüm de üretmiyor.

Bu ‘Batılı’ emperyalizmin kavramlarıyla düşünme meselesine önem veren birisiyim. Örneğin ülkemizde sert bir biçimde oryantalist bir aşırı milliyetçilik var. Oldukça militarist, hipermaskülen, otoriter ve dışlayıcı bir aşırı milliyetçilik. Kolay kolay konuşma özgürlüğünü tartışamıyoruz, demokrasiyi tartışamıyoruz, hukukun üstünlüğünü, azınlık meselelerini veya insan haklarını tartışamıyoruz. Çünkü hepsi bir « Ulusal Güvenlik » paradigması çerçevesinden bakılıyor. Vatan hep saldırı altında, hem iç mihraklar hem de dış mihraklar tarafından, dolayısıyla az önce saydığımız bütün kavramlar sadece düşmanlara yarayacak şeyler olarak bakılıyor. Halen modernleşme veya kalkınma denilince fabrikalar ve nükleer santraller açmak akla geliyor, yeşil enerji akla gelmiyor. Takıntılı bir şekilde ABD veya Almanya olma hayalimiz var, kendi yolumuzu çizmek yerine. Halen eğitimimizin içeriğini değil de çocuklarımızın PISA gibi standardize edilmiş sınavlarda ne dereceler yaptığını konuşuyoruz. Bilimsel gelişmeler bile yaşadığımızda bunu evrensel değerlerle değil de « Türk’ün gücünü dünyaya göstermek » olarak görüyoruz.

Buna aslında çok şaşırmamak gerekir. Sürekli olarak ülkemizi diğer ülkelerden ‘geri kalmış’ görüyor ve ancak sert bir şekilde savaştaymışcasına mobilizasyon ortamı sağlarsak bir gün ‘Batılı’ devletler gibi gelişeceğimize inanıyoruz. Bunun için de kimseyi suçlamıyorum, eğitim sistemimiz zaten direk bu militarist aşırı milliyetçi mantığa dayalı. Tarih derslerimiz sadece Türk tarihindeki ‘Büyük Adamların’ yaptığı savaşlar ve anlaşmalardan ibaret. İçinde sınıflar, halklar, kültürler, kadınlar, LGBTİ+lar yok; insanların ve toplumların hayatlarında yaptıkları diğer aktiviteler yok. Varsa yoksa sadece devletimizin diğer devletlerle yaptıkları kavga var. Edebiyat derslerimiz yine aşırı milliyetçi yazarların isimlerini ve yazdıkları eserlerin isimlerini ezberlemek üzerine kurulu. Geniş bir perspektiften bakmamızı sağlayabilecek, farklı kültürleri tanımamızı sağlayabilecek karşılaştırmalı bir dünya edebiyatı içeriği olmadığı gibi, edebiyat eserlerine eleştiri yazısı yazmak yok.

Felsefe derslerinde de yine birkaç kişinin hangi grupta olduğunu ezberliyoruz, birçok kavramı tartışmıyoruz bile. Düşünün, « Ahlak » denince insanların aklına halen ya seks ya da din geliyor, bir şeyin ahlaken doğru ya da yanlış olması gelmiyor. Onu geçtim, müfredatın dışında herhangi bir konu konuşulamıyor, ucundan bile siyasete girişilmesinden korkuluyor. Hal böyle olunca bu aşırı milliyetçi paradigmalardan bakmak insanlara çok büyük ihtimal doğal geliyor ama bunlar doğal değil, tam aksine toplumsal olarak inşa edilmiş şeyler. Eğer ülkede eleştirel düşüncenin gelişmesini istiyorsak bu paradigmalardan uzaklaşmak zorundayız diye düşünüyorum. Yapılması zor ve uzun süreç alan şeyler, ama imkansız değil.

Son olarak videoyu çok beğendiğimi tekrardan söyleyerek bitirmek istiyorum. Videodaki argümanların hemen hemen hepsine katılıyorum. Sadece birkaç farklı perspektifin de reddedilmemesini düşündüğüm için bu uzun yorumu yazdım. Sıraladığım argümanların hepsi kesin doğrudur diyemesem de haklılık paylarının oluştuğunu düşünüyorum. Yalnızca videonun son kısmına çok katıldığımı söyleyemeyeceğim. O Yaşar’ın karanlık bir müzik eşliğinde neden Said’in zamanının dolduğunu düşündüğü kısımdan bahsediyorum. Bir yandan kabul ediyorum, Said’in post-colonialism yaklaşımı veya Subaltern Çalışmaları ekolünün yaklaşımı yanlış şekilde kullanıldığında anlamsız bir Oksidentalizm’e veya Üçüncü Dünya Faşizmine dönüşebiliyor, böyle gerici bir tehlikesi var ama yine de bizim önyargılarımızı kırmamız gerektiğini gösterdikleri için oldukça gerekli çalışmalar olduğunu düşünüyorum. Hepimizin reddedemeyeceği oryantalist önyargıları var mevcut emperyalist düzen sebebiyle ve bunları aşabilmek için postcolonial yaklaşımın önerdiği « Conscious Unlearning (Bilinçli bir şekilde öğrendiklerini unutmak) » dediğimiz bir epistemolojik yapısöküme ihtiyacımız var.

Ben şahsen devletlerin ‘Doğu’ ve ‘Batı’ olarak ayrılmasına oldukça karşıyım, çünkü bunların kendisi Said’in anlattığı gibi sosyal olarak inşa edilmiş kavramlar. Videonun sonunda Yaşar Doğu’ya baktığımızda « baskıcı tek adam rejimi, nedenselliği reddetmiş teslimiyetçilik, ekonomik anlamda rantiye yapıları, birbirine güvenmeme, kadının toplumdan dışlanması » sayıyor ama bu çok siyah-beyaz bir bakış ve oldukça önyargılı genellemelere dayalı bir seçicilikle yapılmış bir yorum gibi. Örneğin ABD’de de halen silah yasağını geçiremiyoruz, çünkü NRA denilen bir silah şirketlerinin lobisi var ve bunlar sürekli bir biçimde Cumhuriyetçi Parti’li siyasetçilere uçuk miktarda bağışlar yaparak yasanın geçmesini engelliyorlar. Bu Ukrayna’da, Türkiye’de ya da Rusya’da yaşansa hemen « yolsuzluk » veya « rüşvet » olarak adlandırılır. ABD’de ise buna « lobicilik » diyorlar ve bir şekilde yasal gözüküyor. Veya kadının toplumdaki yerinden bahsediyoruz ama ABD’de bir tane kadın başkan bile olmadı. Ruanda ise %61 ile en fazla kadın milletvekiline sahip ülke ve üstelik bunu İsveç gibi %50 kadın kotası koymaya gerek kalmadan yapıyor. Bu gibi siyah-beyaz önyargılarımızı yanlışlayan ve aslında o ülkelerin belli konularda grinin daha koyu, belli konularda ise daha açık tonu olduğunu gösteren gerçekler var. Kısacası, karşılaştırmalı çalışma yaparken hep o yanlış dikotomi içerisinde düşünmekten kaçınmalı, önyargılarımızın olduğunu kabul etmeli ve yapısal eşitsizliği görerek eleştirel bir yaklaşımla bakmak gerek diye düşünüyorum. Bunun için de postcolonialism’e bence oldukça ihtiyacımız var.

Comments


Son Eklenenler

bottom of page