Kritik: İdeolojilerin Sonu mu Geldi?
Durduğumuz yer, baktıklarımızı ve gördüklerimizi belirler. İdeolojiler de durduğumuz pozisyonu, gördüğümüz olguları ve yaşanan gelişmeleri nasıl okuyacağımıza dair bir perspektiftir. Dünya düzenini ve eksiklerini farklı bakış açılarıyla görmemiz için birer gözlük görevi gören ideolojiler, Fransız Devrimiyle birlikte siyasetin ana öznelerinden biri haline gelen halk ile politik teoriler arasında bir köprü görevi görmektedirler. Devrimin üç ana sloganı, üç ideolojinin yapıtaşını oluşturmaktadır. Özgürlük liberalizmi, eşitlik sosyalizmi, kardeşlik ise ulusun bütünlüğünü getirmiştir. Siyasetin ana aktörlerinden olan ideolojili partiler ise, kitle partilerinin aksine toplumun belirli bir kısmını temsil etmeyi amaçlar. Örneğin komünist bir parti işçi sınıfını temsil ederken liberal partiler sermaye sahiplerinin çıkarlarını savunur. SSCB dağıldıktan sonra Francis Fukuyama’nın öne attığı “Tarihin Sonu” kavramıyla birlikte kapitalizm, bazı kesimler tarafından mutlak galip ilan edilmişti ve ideolojilerin devrinin sona erdiği söylenmişti. Ancak elbette dünyadaki tek ayrışma hattı ekonominin serbest mi bırakılacağı veya devlet kontrolünde mi olacağı değildi. Bu sebeple, özellikle 90’lı yıllarda feminizm veya yeşil hareket gibi birçok post-modern ideolojilerin ortaya çıktığını görebiliyoruz. İdeolojilerin Sonu Geldi mi? isimli videomuzda Abdulvahit Gezer bu anlatılardan yola çıkarak ideolojilerin ne olduğunu, ne işe yaradığını ve nereye gittiklerini anlatmıştı. ODTÜ Tarih bölümü doktora ve Hacettepe Fransızca Dili ve Edebiyatı lisans öğrencisi Tan Berk Akı, İdeolojiler Serisi’nin içerisinde yayınladığımız İdeolojilerin Sonu Geldi mi? Post-modern İdeolojiler videosuna eleştirel bir yazı kaleme aldı.
*********
Öncelikle konuşulması gerektiğini düşündüğüm bir konuya değinmişsiniz. Üstelik son dönemki sol siyaset içerisinde post-modern düşüncelerin etkisiyle nasıl yeni eleştirel siyasi hareketlerin evrimleştiğini de gayet güzel açıklamışsınız.
Ben tartışmayı biraz daha genişletmek amacıyla öncelikle “İdeolojilerin sonu geldi.” söyleminin kendisinin gayet ideolojik olduğunu söyleyerek başlayacağım. Oldukça muhafazakar bir söylem bu. Yani diğer bir deyişle, videoda da Fukuyama’nın makalesi üzerinden bahsedildiği gibi, kapitalizm artık tek geçerli sistem olduğu kanıtlandı, neoliberal ekonomik politikalar ve liberal demokrasi artık bir norm haline geldi, bütün alternatif ekonomik ve siyasi sistemler ise artık geçerliliğini yitirdi söylemi var. Bu söylem videoda bahsedildiği gibi özellikle de SSCB’nin yıkılışıyla ve Soğuk Savaş’ın bitimiyle yaygınlaşmıştı.
Fakat bunun kendisi zaten insanları apolitikleştirme hedefi olan bir siyasi söylem. Siyasi ideolojiler, iyi veya kötü, belli güncel sorunlar üzerinden şekillenen şeyler. Dolayısıyla toplumsal sorunların kökenini çözmeden ideolojilerin bitebileceğini, geçerliliğini yitirebileceğini sanmıyorum. Yani örnek verecek olursam, emek sömürüsü bitinceye kadar sosyalizm geçerliliğini kaybetmeyecektir, en fazla koşullara göre ihtiyaç halinde revizyona gidecektir. Patriyarkal düzen yıkılıp toplumsal cinsiyet eşitliği sağlanıncaya kadar Feminist hareketler yok olmayacaktır, sadece güncel duruma göre kendini uyarlamaya çalışacaktır.
Francis Fukuyama’nın böyle bir argümanla çıkagelmesi de şaşırtacak bir şey olmamalı. Kendisi döneminin en koyu Neo-Conservative (Yeni Muhafazakar) düşünürlerindendi. Nedir bu Neo-Conservativeler? Normalde aslında bu fikrin kurucu liderleri olan Irving Kristol veya Seymour Lipset gibi bir kısmı (tamamı değil) Troçkist uç soldan sosyalist akımdan gelen ama SSCB’nin Stalin döneminde ciddi anlamda otoriterleşmesi ile hayal kırıklığına uğrayan ve sonradan ılımlılaşıp Soğuk Savaş Dönemi’nde merkez-sol bir pozisyonda sosyal liberal olan düşünürlerdi.
Bu insanlar dış politikada sert bir şekilde SSCB ve benzeri totaliter rejimlerin karşıtı olan düşünürlerdi ve ABD’nin SSCB’ye karşı saldırgan olmasını savunuyorlardı. Çoğunlukla Kennedy, Johnson gibi savaş yanlısı (İngilizce’de “liberal hawk” denir) SSCB’ye karşı sert olan figürleri desteklediler, hatta birçoğu Henry Jackson gibi Demokrat Parti içerisindeki sert dış politikayı savunan en koyu şekilde liberal (ABD bağlamında kullanıyorum bu terimi) siyasetçileri desteklemiş insanlardı.
Fakat 1960ların sonrasında gençlerin ciddi derecede sola kayması ve Vietnam Savaşı’na karşı sert bir muhalefet oluşması, üstelik Demokrat Parti içerisinde Vietnam Savaşı karşıtı pasifist (Barışçıl) dış politikalar talep eden George McGovern (o zamanın Bernie Sanders’ı gibi düşünebilirsiniz) gibi isimlerin kuvvetli hale gelmesi üzerine bu Neo-Conservativeler yavaş yavaş Demokrat Parti’den umudu kesip, daha savaş yanlısı olduklarından Cumhuriyetçi Parti’ye doğru kaydılar ve sonradan muhafazakar olmuş bir siyasi entellektüel kesime dönüştüler.
1970lerde Neo-Conservativelerin birçoğu Nixon ve Ford’u desteklemiş, artık 1980’de Ronald Reagan’ın sert bir anti-komünist dış politika tavrıyla seçimlerde ciddi bir zafer ilan etmesi ile neredeyse bütün Neo-Conservative düşünürler koyu Cumhuriyetçi olmuş, hatta Reagan hükümetinde birçok bakanlık, danışmanlık gibi önemli pozisyonlara gelmişlerdir ve 80lerdeki hem Reagan, hem de Baba Bush hükümetlerinin dış politikasını oldukça kuvvetli bir şekilde etkilemişlerdir. 2000’de ise kendisini de gururlu bir şekilde Neo-Conservative olarak adlandıran George Walker Bush hükümetinde neredeyse bütün kabine bu Neo-Conservative düşünürler tarafından oluşacak ve zaten Bush dönemi de böyle bol bol savaşla anılan oldukça kötü bir dönem olarak tarihe geçecektir.
Bu Neo-Conservativeler dünya tarihini liberal demokrasiler ile totaliter diktatörlükler arasında sürekli olan bir savaş tarihi olarak okurlar. Onlara göre ABD dünya tarihinin en iyi örnek liberal demokrasisidir. Bütün insanlara kucak açan, serbest piyasanın insanların zenginleşmesine ve temel haklarının korunmasını sağladığı büyük bir devrimci devlettir ve onlar için bütün dünyada barış ancak her devlet ABD gibi liberal demokrasi olunca gerçekleşecektir (Demokratik Barış Teorisi). Bunun için de sert bir şekilde SSCB, Çin Halk Cumhuriyeti, Kuzey Kore, Küba, İran İslam Cumhuriyeti, Afganistan’daki Taliban yönetimi, Irak’taki Saddam ve Suriye’deki Esad rejimleri, Libya’daki Kaddafi rejimleri gibi belirli bir ideoloji etrafında hayatın her alanına nüfuz eden totaliter diktatöryel rejimlere karşı çıktıkları gibi, üstelik onları gerekirse dışarıdan liberal müdahalecilik (liberal interventionism) ile, yani savaş açarak yıkmalı ve yerlerine Batılı tipte demokrasileri zorla inşa etmeliyiz derler. Bush döneminde, 11 Eylül El-Kaide saldırısının yarattığı korku ikliminin sağladığı kolaylıkla, Saddam Irak’ına ve Taliban Afganistan’ına bu bahanelerle savaş açıldı ve 2008’de Obama’ya karşı kaybeden John McCain kazansaydı benzer bir savaşın İran’a karşı da gerçekleşmesi sürekli olarak McCain’in ve bir Cumhuriyetçi Neo-Conservative dış politika danışmanı olan John Bolton’ın (sonra Trump döneminde göreceğimiz bir isim) seçimler sırasında sürekli dile getirdiği bir şeydi.
Tan Berk Akı, ODTÜ Tarih Bölümü Doktora Öğrencisi.
Comments