top of page
Yazarın fotoğrafı49W

Berk Esen: "Artık Muhalefeti Eleştirmeye, Muhalefet Üzerine Çalışmaya Başladım"

Sabancı Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan Berk Esen'le dünyadaki otoriterleşme dalgası ve sağ popülizmin yükselişi üzerine 2 bölümlük bir söyleşi yaptık. Söyleşinin ilk bölümünde dünyadaki otoriterleşme eğilimini ele almıştık. Bu bölümde de Berk Esen'le Türkiye ve dünyada yükselen sağ popülizmi ve popülizme karşı solun söylem üretmedeki zaaflarını konuştuk.


Yaşar:

Özellikle küresel ekonomiye entegre olan sınıflar ve entegre olmayan sınıflardan bahsettiniz. Bir de bu siyasetin bir yandan da yerli ve milli siyasetin temsilcisi olduğunu belirttiniz. Yerli milli söylem özelinde Türkiye’nin son beş senesi veya dünya genelinde düşünülürse Trump'ın korumacı siyaseti, benzer bir şekilde Bolsonaro’nun korumacı siyaseti veya Brexit gibi örneklerden bahsedilebilir. Burada içe kapanmacı ve aynı zamanda küresel ekonomiye entegre olamamış sınıfların da çıkarlarını korumaya yönelik bir siyaset güdülüyor gibi duruyor. Yerli-millici siyaset ve küresel ekonomiye entegre olmayan sınıfların korunma siyaseti arasında bir kesişim görüyor musunuz? Liderler bu siyaseti topluma nasıl kabul ettiriyor veya toplumun bu talepleri liderde nasıl karşılık buluyor?


Bir noktaya kadar böyle düşünüyorum. Kültürel çatışma üstünden yaratılan kutuplaşmayla küresel ekonomiye entegre olan, biraz bunun dışında kalan ve sadece ülke ekonomisi içinde tek bir dil konuşarak iş yapanlar arasında yaşanan iktisadi ayrışmanın birbirini beslediğini ama son kertede yine iki farklı mesele olduğunu düşünüyorum.

Ekonomik ve iktisadi eşitsizliğin arttığı bir ortamda bu yapıdan daha sağ popülist hareketler beklenebileceği gibi daha sol popülist hareketler de beklenebilir. Kültürel meselelerdeki çatışma, ekonomik eşitsizliği daha sol bir siyasi hareketi güçlendirmek için kullanmanın önünde engel teşkil ediyor. Yani, sol partilerin içindeki siyasetçiler ve entelektüeller, birçok siyasi ve kültürel meseledeki tercihleriyle, onları seçmen kitlelerinin çoğunluğundan farklı bir noktaya getirdiği için aslında onların savundukları ekonomik fikirler belki geniş halk kitlelerinin çıkarına olacak olsa dahi onlara ulaşmakta zorlanıyorlar.

Aslında otoriter tandanslı sağ popülist liderler, kültürel çatışma üstünden bir çoğunluk inşası yapıyorlar sonra da hep iktidarda oldukları için o çoğunluğu, onlara belli oranda kaynak dağıtarak, kendilerine bağımlı hale getiriyorlar. Aslında sosyal demokrat bir model gelse, o geniş halk kitleleri açısından çok daha tercih edilebilir bir sonuç çıkacağını düşünüyorum. Ama sosyal demokrat partilerin ya da sol popülist partilerin ayakta kalmasını sağlayacak tabanı oluşturmakta bu kültürel meseleler bir engel yaratıyor. Çok uzun süredir Türkiye’de de tartıştığımız bu mesele daha çok Cumhuriyet Halk Partisine yönelik eleştiriler üzerinden sürüyor. Ben bunun biraz haksızlık olarak düşünüyorum. Sanki CHP belli halk kesimlerine ulaşmakta zorlanıyor da CHP’nin dışında kalan sol partiler bu keismlere ulaşabiliyor mu? Hayır, ulaşamıyor. Türkiye’de seküler sol partilerin kültürel meselelerdeki ayrışma nedeniyle belli kesimlere ulaşmakta zorlandığını görüyoruz. Bence bu sadece CHP meselesi değil daha büyük bir meseledir.

Şimdi son 20 senedir bunun çok benzerini Türkiye dışındaki ülkelerde de yaşanmaya başladığını gördük. Mesela Trump’ın oy aldığı bölgeler üstünden düşünelim. 30 yıl önce Demokratların rahatlıkla yüksek oy aldıkları işçi kentlerinden veya işçi mahallelerinden artık kültürel meseleler nedeniyle oy almakta ciddi zorlandıklarını görüyoruz. Dolayısıyla, bu ikisi birbirini besleyen bir noktadadır. Ama sonuçta bir sol parti, hem yeniden dağıtımcı politikalar takip edip hem de kültürel meselelerde bu ayrışmayı aşacak bir çizgi takip edebilir.

Şu an itibariyle bunu başarabilmiş elimizde pozitif örnek çok yok. Ama bu yapıldığında siyaseten başarı sağlıyor. Hep örnek verilen Cumhuriyet Halk Partisi içindeki 60’ların sonu ve 70’lerin başındaki Ortanın Solu Hareketi, işte tam da bunu yapmaya çalışıyordu. Türkiye’de Demokrat Parti’den başlayarak sağ partilerin, geniş halk kitleleriyle siyasi elitler arasında bir kültürel ayrım olduğunu, CHP’nin hep azınlığın haklarını daha elitist bir açıdan savunduğunu söyleyen ve bunun üstünden iktidara gelen bir yapı vardır. Bülent Ecevit’in liderliğindeki Ortanın Solu hareketi, bu kültürel çatışmayı aşıp asıl çatışmanın iktisadi konular üstünden olduğunu belirterek ekonomik bir yarık açtı ve böylece oyunu arttırmaya, seçmenlere ulaşabilmeye başladı.

Günümüzde mevcut partiler, bunu yapmakta zorlanıyorlar. Zaten sağ popülist liderler, farklı dönemlerde kendilerine çoğunluk desteğini sağlayacak yeni kültürel konular buluyorlar. Bu bazen gerçekten somut bir sorunun bu iktidarlar tarafından büyütülmesi üstünden oluyor bazen de aslında olmayan bir sorunun popüler hale getirilmesi üstünden oluyor. Aynı çatışmayı ben sokak köpekleri tartışmasında, aile meselesinde, LGBT, türban, kürtaj veya göç konusunda da görüyorum. Sağ popülist liderlerin siyasi stratejisi, kendileri için o dönem için kullanışlı olan bir meseleyi yakalayıp, kitleleri mobilize etmek. Bunun için kitle iletişim araçlarının desteğini arkalarına alıyorlar. Elbette, az önce de konuştuğumuz gibi, rejimin otoriterleşmesi onlara bu imkânı sağlıyor. Bunlardan da faydalanarak o konu üstünden bir kültürel mesele yaratıyorlar. Sonrasında bu kültürel ayrışmayla yanlarına çektikleri çoğunluğu mümkün olduğunca kendilerine bağımlı kılacak şekilde kaynak dağıtıyorlar. Mesela, işe alımları partizanca yapıyorlar, ihale dağıtıyorlar, sosyal yardımlar sağlıyorlar vb. Daha paternalist bir milliyetçilik üzerinden bu çoğunluğu bir arada tutuyorlar. Muhalefet işte bu koalisyonu bölmekte büyük güçlük çekiyor.



Yaşar:

Aynı tartışmayı LGBT, kürtaj veya sokak köpekleri konusunda görüyorum dediniz. Slovaj Zizek sol artık kamu güvenliğini daha fazla dikkate almalı ve buna dair söylemler geliştirmeli diyor. Biraz önce bahsettiğimiz bu konularda da devletin yetersiz kaldığını ve çözümler üretemediğini düşünen kitleler açısından bu sorunlar gerçekten yok mu, yoksa sol da buna karşı bir söylem üretmekte zorlanıyor mu? Bana sanki ikisi aynı anda gerçekleşiyormuş gibi geliyor. Sol-seküler camia; insanların güvenliği, gündelik hayattaki şiddet, Türkiye’deki terör, sokak köpekleri gibi meselelerde ne diyeceğini bilememe halindeymiş gibi duruyor. Bu aslında tüm dünya için de geçerli. Fransa'daki sol da İtalya’daki sol da göçmen meselesine nasıl yaklaşacağını bilmiyor gibi. Türkiye zaten göçmen meselesinde solcu veya hümanist bakış açısından çok zor bir noktaya geldi. Bu durum bence sokak köpekleri için de geçerli. Devletin kapasitesinin olmaması bir yandan da bu sorunu her açıdan da büyütüyor. Böyle de ikircikli bir durum ve argüman kuramama hali içerisindeymiş gibi geliyor bana bilmiyorum siz ne düşünüyorsunuz?


Ben bu eleştiriye aynen katılıyorum. Şimdi artık daha sağ popülistleri tartıştığımıza göre ben bahsettiğim örnekler üstünden devam edeyim. Sağ popülistlerin yükselişe geçtiği ülkelerde aslında bu tarz siyasetçilerin gündeme getirdikleri sorunlar ekseriyetle gerçek sorunlardır. Göç, güvenlik, terör, uyuşturucu, sokak köpekleri gibi meseleler siyasetçilerin uydurduğu, olmayan meseleler değildir. Bunlar gerçekten ortada olan sorunlardır. Buradaki sıkıntı, diğer partilerin çeşitli nedenlerle kabul etmek veya gündeme getirmekte zorlandıkları bu konular hakkında sağ popülistlerin konuşarak yükselişe geçmeleridir. Ama buradaki ikinci mesele, sağ popülistlerin bu sorunları çözmek için çok basit, geçerliliği olmayan ve aslında o sorunu da çözmeyecek, yalnızca kolay benimsenecek ve kolay takip edilebilecek yöntemlerle seçmenlerin karşısına çıkmaları. Böylesine bir açmaz var: Sağ popülistler sorunu teşhis etmekte genelde geri kalan partilere nazaran daha başarılıdır ama o sorunları çözme konusunda aslında son derece yetersizlerdir.

Örneğin, Türkiye’deki göç meselesine gelecek olursak, evet Türkiye’de bir göç sorunu var. Ama Ümit Özdağ’ın verdiği sayılar gerçek değil ve çok şişirilmiş rakamlar. Resmi kayıtların üstünden bile tartışacak olursak yaklaşık 5 milyon göçmen, 85 milyonluk bir ülkede hem de ekonomik kriz yaşayan bir ülkede mutlaka bir sorundur. Şimdi bir tarafta, sorunu tam olarak tespit edemeyen, sorun karşısında ne söylediği belli olmayan ya da ortak bir çözüm önerisi getiremeyen partiler var; bir de o sorunu doğru tespit etmiş ama sonrasında çözüm önerileri olarak yarı faşist, uygulaması mümkün olmayan öneriler getiren bir parti var. Bunu uyuşturucu, artan suç oranları, sokak köpekleri gibi meselelerde de görüyoruz. Dolayısıyla, siz eğer sağ popülistler ile mücadele edecekseniz, dile getirdikleri ve toplumda da karşılığı olan bu sorunları ciddiye almalısınız. Belli konularda kaygıları olan seçmenlere “hayır bu senin için gerçekten sorun değil” ya da “bu faşizan bir yaklaşım bunu gündeme getirme” derseniz, sizi kimse ciddiye almaz. Ama onların karşısına gerçekten somut çözüm önerileriyle çıkabilirseniz işte ancak o zaman rekabet edebilirsiniz.

Dünya ekonomisinin çok hızlı büyüdüğü ve refahın ülkeler arasında yayıldığı bazı dönemler vardır, bir de dünya ekonomisindeki büyümenin belli oranda sekteye uğradığı ve hem ülkeler arasında hem de ülke içindeki ekonomik eşitsizliğin arttığı dönemler vardır. Şu anda biz ikincisini yaşıyoruz. Böyle bir noktada, hele de siyasetin çözmesinin zor olan meselelerin birbirinin üstüne geldiği bir noktada, o rasyonel çözüm önerilerini getirmek kolay değildir. Yani, 5 milyon göçmen sizin ülkenizde yaşarken buna rasyonel bir çözüm bulmanız çok zordur. Çünkü gerçekten olması gereken bu göçmenlerin kimisinin entegre edilmesi, kimisinin ülkelerine geri dönmesi, kimisinin de artık üçüncü ülkelere (özellikle Batı ülkelerine) yerleştirilmesi. Ama siz bunlar gibi farklı tedbirleri sağlayacak bir yapıyı kuramıyorsunuz. Çünkü Batı sınırlarını kapatmış, Suriye’de iç savaş devam ediyor ve zaten mevcut Suriye rejimi, bu insanları geri almak istemiyor. Dolayısıyla, siz 5 milyon göçmenle baş başa kalıyorsunuz. Bu soruna sağlıklı bir çözüm önerisi getiremediğimiz için, son derece sert öneriler getiren bir parti karşısında yeterince argüman üretemiyoruz. İşte bu sağ popülist liderler en iyi bildikleri şeyi, yani toplumu belli konular üstünden kutuplaştırma ve kendilerine seçim kazandıracak bir çoğunluk ya da çoğunluğa yakın bir grup yaratmayı çalışıyorlar.

Örneğin, Amerika’da aslında Cumhuriyetçiler çoğunluk desteğine sahip değil ama seçim sisteminin onlara sağladığı avantajları kullanarak aslında yüzde 45’lik bir azınlığın desteğiyle bile iktidara gelebiliyorlar. Senatodaki yapı bence daha da azınlığa destek sağlayan bir durum çünkü Amerika’nın 50 tane eyaleti var her eyaletten 2 tane senatör seçiliyor. 20 milyon oya sahip New York eyaletinin de 2 senatörü var 750.000 seçmene sahip Wyoming eyaletinin de 2 senatörü var. Şimdi nüfus yoğunluğunun düşük olduğu daha çok da iç bölgelerdeki eyaletlerden Cumhuriyetçiler, zaten ikişer senatör çıkararak belki seçmenlerin yüzde 40’ının desteğini alarak 50 senatöre ulaşabiliyorlar ve ondan sonra da sistemi kilitliyorlar.

Vahit:

İkinci olarak da Türkiye de biraz istisnai bir durumda kalıyor çünkü yani göç sorunu dediğimiz mevzu Batı’da, gerek ABD’de gerek işte Birleşik Krallık’ta gerek Avrupa’daki aşırı sağ hareketlerde, iktidarın göç yanlısı politikalarına karşı olanların göçmen karşıtlığı üzerinden oluşturduğu bir kitle hareketine dönüşmüştü. Türkiye’de ise iktidarın göç yanlısı politikalarıyla birlikte şu son haftalarda gerek Kılıçdaroğlu’nu gerekse Ümit Özdağ’ın birlikte yaptıkları açıklamalar konuşulabilir. Ama orada da konuştuğumuz şey normalde muhalefetin ya da işte demokrasiyi savunan tarafın aşırı sağ argümanlarını hiç eleştirmeden olduğu gibi iktibas etmesi hikayesi var. Yani çelişki değil tabii ki ama Türkiye’deki hikâye, daha nüanslı bir durum ortaya koyuyor sanki. Bunu böyle nasıl kıyaslamalı okuyabiliriz sizce?

Göç konusunda da söylediğine katılıyorum. Aslında uzun süredir Türkiye’nin göç meselesinde çok istisnai bir ülke olduğunu düşünüyorum, çünkü yani her ülke adına konuşamam ama en azından benim bildiğim sağ popülist iktidara sahip olan ülkeler arasında nispeten açık kapı politikası takip eden ve göçmenleri kapı dışarı etmeyen ya da etme söylemini benimsemeyen tek iktidar Türkiye’de mevcut. Şimdi bunun üzerine biraz düşünmek gerekiyor. AKP’nin İslamcı kökenden gelmesinin bir etkisi mutlaka vardır. Yani toplumu demografik olarak değiştirme, daha muhafazakâr bir hale getirme gibi bir amacı olabilir. Ama bence bu göç meselesinin bir politik ekonomisi de var. Başta, ucuz iş gücü elde ediyor. Böylece, iktidarın takip ettiği yanlış politikalar nedeniyle bir anlamada kazık yiyen işverenlere ucuz iş gücü sağlayarak onları bir miktar tatmin ediyor ve Türkiye’yi yine bir sanayi gücü olarak, kendince, ayakta tutuyor. Şu anda birçok sektörde artık ucuz emek göçmenler tarafından temin ediliyor. Burada başka ülkelerde görmediğimiz çok ilginç bir yapı var.



Ama bence muhalefet açısından da Türkiye çok istisnai bir duruma sahip. Biraz önce tartıştığımız üzere, sağ popülist bir iktidarla kültürel meseleler üstünden mücadele etmek çok zordur. Aslında iktidarın bıraktığı ve seçmenleri mobilize edebilecek belki tek kültürel ya da siyasi mesele göç. Muhalefetin çok yakın zamana kadar göç, anti-göç ya da göçmen karşıtı bir söylemi popülarize ettiğini görmemiştik. Tabii ki dünyaya daha soldan bakan biri için İYİ Parti’nin ya da CHP’nin söylemi yeterince tatmin edici olmayabilir ama yakın zamana kadar bu partiler göçmen karşıtı bir söylemi popülarize edip kendi kampanyalarının odak noktasına koymamıştı. Hem iktidar nezdinde hem muhalefet nezdinde Türkiye çok istisnai bir vakadır bu açıdan. Bu durum Ümit Özdağ’a bir alan açtı diye insanlar 2021’den beri tartışıyorlar ama Ümit Özdağ’ın da dönüp dolaşıp aldığı oy oranı yüzde 2. Evet, sıfırdan kurulmuş bir parti için çok kötü bir sonuç değil ama öyle bir Batı Avrupa ülkesiyle karşılaştırılabilecek derecede de değil. Almanya’daki milliyetçi çıkışlar gibi ya da Fransa’da Marine Le Pen gibi bir yükselişe şahit olmuyoruz. Sonuçta, Batı Avrupa’da sağ popülist liderler, göçmen karşıtı söylem üstünden çok daha hızlı yükselebiliyorlar. Türkiye’de buna çok alan açılmadı bence. Ama şunu da söylemeliyim, Kemal Kılıçdaroğlu, ikinci tur öncesi Ümit Özdağ ile panik halinde o protokolü imzalayarak biraz daha farklı bir alan yaratılmasına sebep oldu.

Ben göç meselesinde hep şunu söylüyordum ve hala bu noktadayım. Göç, Erdoğan sonrası Türkiye’nin en büyük sorunu olacak. Yani, Erdoğan, iktidarda kaldığı sürece, demografik yapıyı değiştirme, toplumu daha muhafazakâr hale getirme, göçü Batı nezdinde bir silaha çevirme ve yarattığı politik ekonomi ve bunun gibi nedenlerle, bu politikalarını çok değiştirmeyecek. Rejim otoriter olduğu ve kendisi popüler bir lider olduğu için bu meselenin yarattığı olumsuzlukları kapatacak güce sahip olacak. Ben buna biraz şöyle bakıyorum: Düştüm dizimi acıttım, dizimin üstüne buz koydum ve şu anda ağrı hissetmiyorum. Ne zaman ki buzu çekeceğim o zaman ağrıyı hissetmeye başlayacağım. Yani, ne zaman ki Erdoğan siyaset sahnesinden çekilecek, işte o zaman göç meselesi bütün partiler tarafından kullanılan bir meseleye dönecek. Türkiye’nin istisnai durumu da işte bence o zaman ortadan kalkacak. Çünkü ilginç bir şekilde anketlerde göçmen karşıtlığı çok yüksek çıkıyor ve bu AKP, CHP, HDP ve İYİ Parti için de geçerli. Fakat ilginç olan şey, özellikle iktidar seçmenleri açısından, Suriyelilerin ülkelerine gitmesini istemekle birlikte hangi şartlarda, ne zaman ve nasıl konularında hemfikir değiller. Hemen gönderilsin ile bir noktada ülkelerine dönsünler demek arasında teorik olarak bir fark var. İşte Erdoğan, “bir noktada” geri dönecekler söylemi üzerinden süreci yürütüyor. Ama Erdoğan gittikten sonra, işte o zaman, diğer sağ partilerin bu meseleyi kullanarak AKP’den oy devşirmeye başlayacaklarını ve bunun bir anda gündemi değiştireceğini düşünüyorum. Bu mesele, Erdoğan’ın elinde iki tarafı da vurabileceği bir silah yani hem Batı ülkeleri nezdinde Türkiye’deki iktidarın pazarlık payını arttıran bir silah, göçmenleri tutarak bu silahı aslında muhafaza ediyor. Ama iç siyasette de bu söylediğim politik ekonomisi, demografik yapıyı değiştirmesi, toplumun daha muhafazakârlaştırılması üstünden de kendisine bir taban yaratıyor.


Yaşar:

İki soru var benim kafamda hocam, ilk iki otoriterleşme dalgalarını konuşurken bir yandan da benim aklımda hep “güvenlikleştirme” kavramı geliyor. Günümüzün çok popüler kelimelerinden birisi “securitisation”. Her şeyin böyle bir güvenlikleştirilmesi hatta iklim krizi dahi güvenlikleştiriliyor. Türkiye’de de ciddi bir güvenlikleştirme eğilimi var yani siyasetin güvenlikleştirilmesi, konuların güvenlikleştirilmesi ve belki bunun siyaseti daraltmak için bir araç olarak kullanılması da var. Siz bu güvenlikleştirilme ve insanların kendilerini güvencesiz hissetmesinin üzerinden otoriter rejimlerin nasıl ayakta kaldığını ve kendilerini meşrulaştırdığını düşünüyorsunuz?

İkincisi biraz daha belki sizin bu Türkiye çok uzun süre dengede gitti dediğiniz noktayla ilgili olacak. Diğer ülkelerden ayrılan bir otoriterleşme örneği görüyoruz. Biraz spekülatif bir soru olacak ama bu dengeyi Erdoğan’ın çok popüler bir figür olmasına da bağladınız, sizce Recep Tayyip Erdoğan’ın siyaset sahnesinden çekilmesinin ardından bu dengelerin dağılacağını mı düşünüyorsunuz? Türkiye özelinde bu kadar farklı ittifak grubunu bir arada tutup Türkiye’yi bir noktada dengede götürebilmek sadece Erdoğan gibi güçlü bir liderin yapabileceği bir şey mi, bundan sonra Türkiye’nin dengesinin ne yönde bozulacağını düşünüyorsunuz?



İkinci sorunun çok güzel ve cevaplanması çok zor bir soru olduğunu düşünüyorum. Çünkü çok spekülatif bir soru. Yarın Erdoğan bir sebeple siyasetten çekilse, bu rejim çok zorlanır ve hatta kırılma sürecine girebilir. Ama Erdoğan 10 sene daha iktidarda kalsın o zaman rejim o kadar pişecek ki Erdoğan sonrasında da varlığını devam ettirecek bir hale gelecek. Dolayısıyla, ben bu sorunun cevabının Erdoğan’ın siyasi kariyeriyle çok iç içe geçtiğini düşünüyorum. Geçtiğimiz seçim özelinde açıkçası sandık yoluyla Erdoğan’ı değiştirmenin çok mümkün olduğunu düşünenlerdenim ve muhalefet bence çok büyük bir fırsat kaçırdı. Çünkü Erdoğan’ın kurduğu koalisyon giderek zayıflamaya başlamıştı. Pandemi döneminde yapılan hatalar, deprem felaketi, döviz kuru krizi, büyükşehirlerdeki artan enflasyon, AKP’nin bölünmesi ve içinden başka partiler çıkması gibi yani aslında normalde bu tarz rejimlerin bitişini sağlayan yapısal faktörlerin neredeyse hepsi Türkiye’de mevcuttu. Muhalefet açısından evet, adil olmayan rekabet koşulları vardı tabii ki bürokrasi, iktidar tarafından kontrol ediliyor, sivil toplum ve medya baskı altında ama yapısal faktörler açısından aslında seçim yoluyla iktidarı değiştirmek için en uygun ortam oluşmuştu ve muhalefet ne yazık ki bu seçimi kazanacak adımları atamadı.

Bu kadar uygun koşullarda seçim kazanamamak tam tersi bir etki yaratma riskini içinde barındırıyor. Hem iktidar siyasetçileri hem de iktidar seçmenleri Erdoğan’ın sandık yoluyla iktidarı kaybedebileceği ihtimalini artık bir daha düşünmeyeceklerdir. Benzer bir durumun tam tersi muhalefet açısından da geçerli. Muhalif seçmenlerin çoğunda artık Erdoğan hayatta olduğu sürece bu rejimin sandık yoluyla değişmeyeceğine dair bir inanış var.

Bu sebeplerden ötürü ben önümüzdeki dönemde Erdoğan’ın otoriter rejimini pekiştirecek ve kendisinden sonra da sürdürülebilir bir hale getirecek hamleleri yapmaya çalışacağını düşünüyorum. Burada bunu engelleyebilecek 3 tane faktör var. Bir tanesi Erdoğan’ın sağlık durumu. Eğer Erdoğan önümüzdeki 2-3 sene içerisinde bizzat ülkeyi yönetemeyecek bir noktaya gelirse bu pekişme süreci durabilir. Çünkü Erdoğan’ın kurduğu koalisyonu onun dışında bir liderin şu noktada kurması mümkün değil. Biz zaten bunu AKP’nin son seçimde yüzde 35 oy oranına düşmesiyle de gördük. Normal şartlarda biri seçimden önce bana AKP bu seçimde yüzde 35 oy alacak deseydi, ben “Erdoğan seçimi kaybediyor” derdim. Çünkü bu kadar kişiselleşmiş bir otoriter rejimde artık Erdoğan’ın oyuyla partisinin oyunu bu kadar ayrıştırmak mümkün olmamalıydı. Halbuki, partisi yüzde 35 alırken Erdoğan yine yüzde 52 alabildi. Ama Erdoğan yerine başka bir lider yüzde 35’ten yüzde 52’lik bir oy oranına ulaşan bir iktidar yaratmazdı. Dolayısıyla, kısa vadede Erdoğan’ın sağlık durumu çok belirleyici olacak.

İkinci konu ekonomik kriz. Bildiğimiz anlamda ekonomi küçülmüyor dolayısıyla belki ekonomik kriz ifadesi doğru değil ama ciddi bir ekonomik durgunluk var. Büyük şehirlerde fakirleşme süreci çok hızlanmış durumda ve bu durum AKP’nin tabanını eritiyor. İktidar ekonomik tabloyu önümüzdeki birkaç sene içinde toparlayabilir mi? Bu sorunun cevabı rejimin pekişip pekişmeyeceğini ya da ne oranda kalıcılaşacağını bize gösterecek.

Üçüncüsü ise muhalefetin durumu. Eğer muhalefet partilerinde bir değişim olmazsa (ki şu an çok zor gözüküyor) o zaman yine bu rejimin daha da pekiştiği düşünülecektir. Hemen aklıma Venezuela örneği geliyor. Ekonomik kriz yaşayan ve iktidarın zayıfladığı her otoriter yönetimde rejim değişmiyor. Bu ve bunun benzeri ülkelerin çoğunda, eğer seçmenler muhalefetin beceriksiz ve başarısız olduğunu düşünüyorlarsa, seçmenler bu defa siyaset karşıtı bir noktaya geçiyorlar. Bunun sonucunda oy kullanma oranları düşüyor, ne iktidar bir heyecan yaratabiliyor ne de muhalefet bir değişiklik yaratacak ivme sağlayabiliyor. Türkiye de biraz böyle bir duruma doğru gidiyor.

Dolayısıyla, ben artık son dönemde daha çok muhalefete bakmaya, muhalefeti eleştirmeye, muhalefet üzerine çalışmaya başladım. Şu ana kadar çok uzun süre otoriter rejimi çalıştım. Artık bence bu ve benzeri otoriter rejimlerin nasıl çalıştığını aşağı yukarı biliyoruz. Senin de demin sorunda söylediğin güvenlikçi politikaları bunun bir ayağı olarak görecek olursak partiden kaynak dağıtımı, ideolojik bir meşrulaştırma süreci haline geldi. Bunun içinde İslamcılık da var son dönemde milliyetçilik vurgusunun da artmasıyla onun üstünden gelen bir söylem de var. Kitle iletişim araçlarını ve eğitim sistemini kontrol eden, bürokrasi üstünden seçmeni yönlendiren ve kendi ideolojisini halka zerk eden bir yapı var. Ama tabii bununla paralel olarak güvenlikçi bir dil ve politika takip ederek iktidar, muhalefeti bölüyor, zayıflatıyor veya bir araya gelmesini engelliyor. Güvenlikçi dil üstünden bazı partileri, MHP’ye yaptığı gibi, yanına çekebiliyor. HDP’ye yaptığı gibi bazı partileri tamamen tasfiye etme sürecine girebiliyor. Geriye kalan ortadaki partiler de her iki taraftan da destek alamadıkları için özellikle Kürt meselesinde ama aynı zamanda ulusal güvenlik sorunlarında ve dış politikada sürekli iktidarın güdümüne girmek zorunda kalıyor. Ben bu konuda sadece muhalefeti eleştirmiyorum çünkü sabahtan akşama kitle iletişim araçlarını kullanarak bu ideolojiyi seçmenlere zerk eden bir iktidar karşısında ayakta kalmak hiç kolay değildir. O söylem üstünlüğünü elde edebilmek mümkün değil ya da çok zor. Yalnız, çok karizmatik muhalefet liderlerine sahipseniz belki bunu yapabilirsiniz. Bizde muhalefet buna sahip değil. Dolayısıyla, o güvenlikçi politikalar da diğer bir sac ayağı oluyor.

Muhalefet üstünden bakacak olursak bunu değiştirme açısından şöyle bir sıkıntı görüyorum: Otoriter rejimde siyaset yapmak zaten zor bir iştir dolayısıyla muhalefet kanadında siyasete girenler, gerçekten güçlü ideolojik değerleri olduğu için girerler. Örneğin, siz Kürt milliyetçisisinizdir ya da işte seküler, cumhuriyetçi, Kemalist bir seçmensinizdir onun üstünden siyaset yapabilirsiniz. Ama ideolojik saikleri güçlü olan seçmenler ve partiler, bir araya gelmekte zorlanacaklardır. Muhalefetin zaten uzun süre yaşadığı sıkıntılardan biri buydu. Son dönemde bir araya gelmeye başladılar ama orada da işte ikinci sorun gündeme geldi. Bu ikinci sorun şu: Bu tarz ülkelerde muhalefet yapanların çoğu ranta ulaşmak, bir çıkara veya bir kaynağa ulaşmak ve pozisyon bulmak için çabalarlar. Muhalefet partileri 2019 yılında birçok belediyeyi kazanarak bir güç elde ettiler ama paradoksal olarak bence bu güçlenme aslında muhalefeti zayıflattı. Muhalefet partileri, siyasetin genel olarak bir süredir profesyonelleşmesine paralel olarak, daha da profesyonelleşti. Profesyonellikten şunu kastediyorum: Siyaset yapmak ve yükselmek için sizin ciddi finansal kaynaklara ihtiyacınız var ve onun ötesinde de siyasette tutunmanız mümkün değil. Dolayısıyla giderek siyasetçi sınıfı ortaya çıktı ve seçmenlerden tamamen koptu.

Bu, Türkiye’de daha çok belediyedeki rant üstünden oluyor. Siz belediyeden ihale almak için, pozisyon kapmak için, iş sahibi olmak için, inşaat ruhsatı almak için, kamu arazisinin üstüne yatmak için siyaset yapıyorsunuz. Bu şekilde siyaset yapıp kaynak aldıkça, o kaynağı tekrardan siyasete yönlendirerek tutunabiliyorsunuz. Bu da seçmenden tamamen kopuk, kendi kendini sürdüren bir siyasetçi yapısı ortaya koyuyor. Rant dağıtımı da parti genel merkezlerinin elinde olduğu için (çünkü belediye başkan adaylıklarını onlar dağıtıyor) örgütle siyaset yapanlar seçmenlerden kopuk hale geliyor, genel merkezler örgütü giderek daha artan bir hiyerarşi ile kontrol ediyor. Mesela, CHP’de genel merkezin örgütten koptuğunu görüyoruz. Bu, partinin tepesinde seçmenlerin kaygılarından tamamen kendilerini ayrıştırmış ama 2019 yerel seçimleri kazanıldığı için sanki başarılıymış gibi görünen bir hava yarattı. Bu durum altılı masa üstünden iyice ayyuka çıkan bir noktaya evrildi. Toplumsal tabanda bir ittifak kovalamayıp, tabanda seçmenleri ikna etmekle uğraşmayıp bunu yerine 3000-5000 kişilik bir siyasetçi grubuna altı parti üstünden kaynak ve koltuk dağıtıldığı veya çeşitli siyasi sözler verildiği bir ittifak yapısı karşımıza çıktı.

Muhalefetin 2019 seçimini kazanmasını sağlayan etkenler doğru aday tercihleri ve ekonomik durumun en azından belediye seçimlerinde kendilerine avantaj sağlamasıyla oluştu. Yoksa il genel meclisi oyları üstünden baktığımızda CHP ve İYİ Parti, yine oyunu çok arttıramamıştı. Ama doğru adaylar seçerek özellikle büyük şehirlerde ekonomik tablo ağırlaştığı için seçim kazanabildiler. Mesela birçok ilçede kazanamadılar. 2019 yerel seçimi (özellikle CHP’ye) birçok yerde belediye kaynakları sağladığı için, o kaynakları elinde tutan genel merkez, bir anda tek belirleyici aktör haline geldi. Ayrıca, 2019 yerel seçiminden çok yanlış sonuçlar çıkardılar. Neticede, Altılı Masada da bir kaynak dağıtımı içine girdiler. Hep dört küçük siyasi parti üstünden konuşuluyor ama ben İYİ Parti’de de belli kadroların CHP belediyelerinden ihale aldıkları için iş birliği içinde olduğunu ve birçok noktada bu yüzden pek çok meselede ses çıkaramadığını düşünüyorum. Bu sebeple İYİ Parti’nin de aslında dengesini bozan bir yapı ortaya çıktı. Bunu değiştirebilmek çok zor. Mesela yeni parti kurulması üstünden tartışılıyor; İstanbul, İzmir ya da Ankara’nın çok zengin ilçelerine sahip olan CHP değil de A partisi seçimi kazansın, A partisinde de benzer bir durum gerçekleşecek. Belediye seviyesinde yaşanan yolsuzlukların üstüne gidebilecek bağımsız bir sivil toplum ve medya olmadan bunun nasıl değişeceğini bilemiyorum, o da otoriter bir rejimde kolay kolay ortaya çıkamıyor zaten.

Muhalif sivil toplum ve medya, çok zayıflamış durumda ve ayakta kalabilmek için de yine siyasi partilere yüzünü dönüyor. Seçmenler, yoğun bir şekilde siyasete katılsa ve partilerine müdahil olabilse belki bunu içeriden değiştirme imkânı da elde edilebilir. Ama profesyonelleşen siyaset sebebiyle bu da mümkün olmuyor. Örneğin CHP’nin yaklaşık 1,3 milyon üyesi olduğu söyleniyor, kurultay sürecinde acaba bu üyelerin yüzde 1’i bile oy kullanmış mıdır, emin değilim. Kullansalar çok şey değişebilir. Belediyelerden elde edilen rant, artık partilerin maddi kaynağı haline geldiğinden dolayı parti aidatları, partilerin gelirlerinin çok küçük bir kısmını oluşturuyor. Dolayısıyla partiler, belli bir oranda artık seçmenlerin oylarını çantada keklik görüyor. Bu yapının değişmesi çok zor ancak konuşulması ve tartışılması gerekiyor.

Comments


Son Eklenenler

bottom of page